Dersim’de Deniz’i, Yusuf’u, Hüseyin’i bir sonbaharda tanımak…
Çocuktum. Babam, ben, kardeşim… Xozat’in Qelecuğ Köyü’nde Jera sür dağı eklerinde odun kesmeye gidiyorduk. Xatun’un Pığarı (Hatun’un Pınarı) yayla alanına yetiştik. Üç kişi çeşme başında oturmuş dinleniyorlardı. Bizi görünce ayağa kalktılar. Babam onları selamladı. Tek tek tokalaştılar. Bizlerin de ellerini sıktılar.
Yeniden hep birlikte çeşme başına oturduk. Uzun uzun konuştular, sohbet ettiler. Yarıcı (Maraba) olan çiftçilerin harmanları kaldırıp kaldırmadıklarını sordular. Buğdayları, samanları, ürünleri toprak sahiplerine vermemelerini öğütlediler.
Daha sonra babam sigara tabakasını çıkardı tütün sardı. Tabakayı onlara uzattı. İçlerinden Deniz, sigarayı sarabildi. Diğerleri sigara saramadılar. Babam onlara sardı. Çakmaklarıyla babamın sigarasını yaktılar. Birlikte tütün içtiler.
Çemişgezek şehrinden geliyorlardı. Yolları iyi bilmiyorlardı. Ovacık’a gideceklerini söylediler. Yolları tarif etti babam. Nerede karakol var, o taraflara yakın geçmek istemediklerini söylediler. Çemişgezek ova köylerinden Sınsor Köyü’nden o yıllarda Ankara’da Hukuk okuyan bir genci babama sordular.
Sonra Hozat’a ve oradan da Ovacık’a gideceklerini, oradan da Tılek tafindan Erzincan’a geçeceklerini ve yolların tarifini öğrendiler babamdan. Kaç saat’te gidilir onu sordular. Xozat’a üç buçuk saatte ulaşılır. Altı- yedi saatte de oradan Ovacık’a gidilir. Ovacak’tan Mercan tarafından Tılek’e de beş altı saat. O kadar da Erzincan’ a gitmek sürer diye tarif etti babam. Yani iki gün yürüyüşle ancak gidebileceklerdi.
Kalkarken, biz köyden odun kesmeye gelirken evde annem yememiz için saç ekmeğinin arasına, deri çökeleğinden koymuş dürüm yapmıştı. Babam nerdeyse her birine bir saç ekmegi düşecek kadar olan dürümleri verdi. Teşekkür ettiler. Parkalarının ceplerine tıkıştırdılar dürümleri. Ayrılıp gittiler.
Sonradan herkesin ağzındaydı efsaneleşmişlerdi oralarda. Çiftçilerin tevatür uydurdukları öykülerini dinlerdik. 1968’de Keban barajına göl suları tutulunca ova köyleri su altında kalmıştı. Devlet, köylülerin istimlak paralarını hala ödememiş ve o sıralar aradan kaç yıl geçmiş, istimlak paraları; söylenenler doğruysa Çemişgezek Ziraat Bankası’na gönderilmiş.
Bankayı soymaya gelmişler. Ama köylerde de propaganda çalışmaları yapıyorlar.
Ben çocuktum anımsıyorum, her gün her köyde paralı, uzun saçlı gençler köy köy geziyorlardı. Deniz’ler de o yıllarda Çemişgezek’e gelmiş, zamanın Ermeni Köyü olan Uskeğ de muhtarın evinde bir haftadan çok kalmışlar. Öğrenmişler ki henüz iskan paraları ödenmeyecekmiş. Para da bankaya gelmemiş. Köylülerin efsaneleriydi etrafa bu anlatılanlar…
Aradan bir yaz geçmemişti. O yıl 6 Mayıs’ta bir sabah, köyde babam, abim, köylülerimiz birlikte toplanmışlardı radyo başına. O yıllarda herkeste radyo yoktu. Bizim radyo da Sümerbank basmasından ablamlar tarafından özenle elle dikilmiş bir kılıf içinde korunuyordu.
Herkes radyo başında “ajansları” dinliyordu. Deniz, Yusuf, Hüseyin idam edilmişlerdi. Babam ve bütün köylüler öfkeliydiler. Ağabeyim, Akçadağ Öğretmen Okulu’ndan o yıl mezun olmuştu. Devrimci fikirleri edinmişti. “Ajansları” dinleyen köylülerden ağlayanlar vardı. Radyoda “ajanslarda” Denizlerin idamları söylendiği sıra ağabeyim öfke ve üzüntüsünden babamın gözü gibi koruduğu radyoyu yere vurmuş kırmıştı.
Deniz, Hüseyin, Yusuf ölümsüzleştiler. Bu gün yeniden idam istemek… idam, hiçbir zaman bir ceza yöntemi değildir. İdam, yağlı kement ve balta, cinayettir.