Hayatın anlamı var mı?
Aslına ben bu hafta hedonizm ve mutluluk paradoksu eksenli bir yazı yazmayı düşünüyordum. Ama yazıyı kafamda inşa ederken mutsuzluğun kaynaklarına öncelikle değinmeden niye bugün ortalığı bir mutluluk fetişizmi kapladığını ve bu fetişizmin niye insanlardaki amaç/anlam yoksunluğunu daha derinleştirip bunalımlı insanlara dönüştürdüğünü anlatmakta yetersiz kalacağımı düşündüm.
**
“Hayatın bir anlamı var mı?”, “Varoluşumuzun nedeni ve amacı nedir?” Bu sorular sıradan insanı değilse de felsefecileri, tüm düşünen insanları meşgul eden ilk ve önemli sorulardan olmuştur… Bu soruya dinin verdiği bir cevap vardır; bu cevap konumuzun dışında… Aslında felsefenin verdiği cevapları tartışmak da değil önceliğimiz.
**
Felsefe bir merak ve soru sorma eylemidir temelde… İnsan aklını kullanma kapasitesini geliştirdikçe merakı ve soruları da çoğalmış ve çeşitlenmiş. Bizim bu yazımızdaki problemimiz modern çağlar yaklaştıkça bu sorunun zaten önsel bir cevabı meşrulaştırmak için sorulmaya başlanmasıdır. Artık genel ve olağan bir merakın ürünü değildir bir soru… Yalnızlaşan, güçsüzleşen, yabancılaşan insanın çığlığıdır. Önce aydınlar arasında başlayan bu çığlık bilahare sıradan insanın çığlığına, hayattan kaçma hissinin açıklamasına dönüşmüştür. “Bu hayat yaşanmaya değmez”, “Zira bu hayat ya tümden anlamsız ya da kötücüldür.” vb. Modern çağlara kadar insanın anlama ve özgürleşme tutkusuna işaret eden “Hayatın anlamı/varlığımızın sebep-i hikmeti nedir?” sorusu giderek anlama çabasının anlamsızlığına, özgürlükten ve hayattan kaçışa dayanak haline gelmeye başlamıştır…
**
Nasıl ve neden?
Tolstoy hayatın anlamsızlığına inanarak ve/fakat bu inancına şüpheyle yaklaşıp bir anlam arayışını sürdürerek geçirmiştir ömrünü. İlk düşüncesi onu başarısız bir intihara sürüklemiş, “belki de bizim göremediğimiz/ileride görebileceğimiz bir anlamı vardır hayatın” şüphe ve merakı 82 yaşına kadar yaşamasına kaynaklık etmiştir. Pek çok düşünür (Seneca, Durell, Einstein vb.) hayatın herkes için değişebilen pek çok anlam/amaç barındırdığını, problemin hayatın kendinde değil anlam ve amaç kaybı yaşayan insanda olduğunu… Kimileri de (Nietzche, Yalom vb.) hayatın anlamsız ve saçma olduğunu ve/fakat insanın yaşamak için gerçekliğini sorgulamadığı ve kendi yaratımı olduğunu unuttuğu bir anlam/amaç dizgesine ihtiyacı olduğunu söylerler. Kimileri de (Camus) yaşama tutunma isteğini “yaşam saçma ama ölüm daha da saçma” formülünden türetmekteydi.
**
‘Hayatın anlamı var mıdır?’ sorusu hiç olmazsa modern zamanlara kadar sıradan insanlar topluluğu için o kadar önemli ve çetrefil bir soru değildi. Bu soru ya hiç akıllarına gelmez ya da pek az düşünürlerdi. Tolstoy köylülerin, çocukların ve hayvanların yaşamına bakar, onların bu sorudan azade bunalıma girmeden yaşamakta oluşlarına gıpta ederdi. Ama bu durumu cehaletin/aklın pek az kullanılışının sağladığı iç huzura yorardı. Tolstoy’a göre eğer ölümü seçmeyeceksen bu anlamsız dünyada varoluşu sürdürmenin iki yolu olabilirdi. Ya cehalet ya da hedonistçe (haz merkezli) bir yaşam… Tabi Tolstoy gerçekte bu iki seçeneği de insana yakıştıramıyordu. O tercihini, bilmekten ve erdemden yana yapmış bir insandı.
**
İnsanlardaki kesintisiz mutluluk arayışının/mutluluk fetişizminin neden olduğu mutluluk paradoksunu neden ve sonuçlarıyla irdelemeyi girişte belirttiğim gibi gelecek yazıya bırakıp, cehalet ve yaşama direnci arasında kurulan ilişki üzerinden devam edeceğim.
**
Elbette bir köylünün, bir çocuğun, bir hayvanın bir aydına ve kentli yetişkine göre hayatla daha sıkı bir bağ kurmasında, sorgulama melekesinin düşüklüğü önemli bir etkendir. Cehaletin, mutluluk kaynağı olduğu yaygın ve doğru bir önermedir. Ama bu doğru önerme bizim sorumuzun cevabı da değildir. Aksine yanıltıcı ve karamsarlık üretici bir cevap olur bu. Çünkü bilgi tek başına anlamsızlığa yol açmaz, hoşnutsuzluk yaratır sadece. Clarissa P. Estes’in sözleriyle hoşnutsuzluk ise bilakis “anlamlı ve hayat verici değişikliklere açılan gizli kapıdır.” Peki bir köylü, bir çocuk, bir hayvan açısından niçin bir aydına ve yetişkin kentliye göre yaşamla daha sıkı bir bağ söz konusudur? Bunun cehalet, din, gelenek dışında bize cevap olabilecek başka bir ortaklıkları var mıdır? Evet vardır. Zira bunlar bir aydına ve yetişkin bir kentliye göre iktisadi, sosyal/kültürel ve siyasal alanların tümünde çok daha az yabancılaşma yaşamışlardır. İnsanı insan yapan yalnızca düşünmesi değil toplumsal dayanışma/işbirliği içinde üretmesidir de…
**
‘Hayatın amacı/anlamı nedir?’ sorusu yabancılaşma düzeyi sınırlı oldukça basitleşir ve netleşir: Kullanım değeri üreterek, çiftleşerek ve toplumsal dayanışma içinde olabildiğince nitelikli yaşamak… Değişim değeri için üretimin başat hale gelmesi bu anlamı büyük ölçüde yok eder. Kullanım değeri üretiminin gerekli kıldığı doğal/toplumsal iş bölümünün yerini, değişim değeri üretiminin ürünü olarak adoğal ve asosyal teknik/mekanik iş bölümünün alması dayanışma/güven ilişkilerini torpiller. Nesnel olarak ve aydınlanma döneminde öznel olarak da, bireyin ve özgürleşmenin önünü açan kapitalizm, zamanla bunların mezar kazıcısı olmuş, eskiye nazaran daha yabancılaştırıcı ve anomik bir mürid ve cemaat ilişkisinin mimarına dönüşmüştür. İnsanlar karınlarını doyurmak, çiftleşmek, toplumsal dayanışma içinde yaşamak imkanlarını yitirirler. Güvensiz, güvencesiz bir varlık olarak anlamsızlığın içine fırlatılırlar. Karınlarını doyurmak, çiftleşmek, dayanışma içinde güvenli yaşama amaçları ile mevcut üretim, sosyo-kültürel ve siyasal organizasyon arasındaki nedenselliği kaybederler. Bu tezatlık onlara anlaşılamaz gelir, kendini aciz hissettirir ve ekonomi de, bilim ve teknoloji de, siyaset/devlet de tanrısallaşır.
**
Kullanım değerine değil değişim değerine göre tasarlanan/inşa edilen teknoloji de, kentler de, insanın varoluşsal amaç ve anlamından özerk, hatta karşıt bir varlık olarak insanın karşısında dev bir güç olarak yükselir vb. Ya aydınlar? Kafa ve kol emeği arasında iş bölümünün varlığı çift taraflı bir yabancılaşmanın kaynağıdır zaten… Yapan ama anlayamayan insan ve anlayan ama değiştiremeyen insan olarak insan beyni ve ellerinin birbirinden kopmasıdır. Ne zaman ki bu iki unsur (kafa ve kol) birbirine yakınlaşır, birleşmeye başlar, gerek aydının gerekse maddi üretim yapan insanların yabancılaşması azalır, düşünme ve değiştirme kudreti, hayatın anlam ve amacını her iki kesim için daha görünür ve motive edici kılar. Zaten varlığı ve misyonu bir tür yabancılaşma gerçeği üzerinde yükselen aydın, değiştirme umut ve perspektifinden, dolayısıyla pratik düzlemden iyice kopmuşsa kendine “değiştirememe”nin meşrulaştırıcı gerçekliğe ve pratiğe kapalı bir teorik alem yaratır. Bu teorik evren grift olduğu kadar anlam yoksunu ve saçma bir evrendir. Aydın, bu alemi kurmaya yöneldiğinde hem bir insan hem de bir aydın olarak intihar etme yoluna çoktan girmiştir zaten.
**
Sonuç olarak değişim değeri eksenli bir toplum ve metalaşma sürdükçe insanlığın yaşama sevinci/anlamı da çalınmış olmaya devam edecektir.
Mahmut ÜSTÜN
Reklamcılık