İnançsızlığımı Kaybederken
“Kendi kuşkuculuğumuz hakkında bile kuşkucu olmalıyız.”
Bertrand Russell
Evrenin bir yaratıcı tarafından yaratıldığına inanmadığım gibi hayat akışımızın da bir yönetici tarafından yönetildiğine inanmıyorum. Yaşadığım, bana imkansız gelen büyük tesadüflerin ise milyarlarca değişkenin etkileşiminden doğan olası sonuçlar olduğunu düşünüyorum.
Yine de bazen kendimi öyle durumlarda buluyorum ki, bu karmakarışık yollardan çıkan anlamın, benden çok daha gelişmiş bir varlık tarafından ilmik ilmik örülmüş bir senaryodan türediğine dair büyük bir kuşku duymadan edemiyorum.
Böyle düşünsel depremlerde başım istemsiz bir şekilde yukarıya doğru kalkıyor ve sınırsız olmadığı söylenen ama bana sınırsız gibi gelen gökyüzüne bakıyorum.
Geçtiğimiz günlerde yaşadığım bir olay evrenin rastlantısallığına dair inancımı derinden sarstı. Hatta yerinden etti diyebilirim.
Yirmi sene önce yaşanmış ve o günlerde hiçbir manaya gelmeyen, yine de saçmalık derecesinde gizemli bir olayın, neredeyse yirmi sene sonra birden bire, nasıl da kocaman bir anlama kavuşmuş olduğuna şahit oldum.
Geçmişten gelen bu anı bugün öylesine spesifik bir hedefe varıyor ki, bunu ne rastlantıyla açıklayabiliyorum ne de gözlerimi dikip, düşüncelerimi buna odaklayabiliyorum. Zira zihnimde bütün bunları idrak edebilmek için bir adım atsam bile kendimi metafiziğin dipsiz uçurumlarının kenarında bulabilirmişim gibi hissediyorum.
Oysa sorgulamayı sevdiğime inanırdım hep. Sorgulamanın insanı yüzeyden ve yüzeysellikten uzaklaştırdığını, onu tehlikeli sulara doğru yönelttiğine inanır, kendimi cesur görürdüm. Ne büyük yalan!
Çünkü ne kadar okursam ve ne kadar bilirsem, bilimin bariyerlerinin o kadar beni koruyacağına inanmışım içten içe. Anneannemin dualarıyla ve masallarıyla bezelenmiş metafizik dünyasından uzaklaşıp fiziğin duyarsız, kayıtsız ama hiç olmazsa belirli ve öngörülebilir sınırlarında rahatlatmışım kendimi.
İnançsızlığım öngörülebilir, hesaplanabilir, dolayısıyla kendimi koruyabileceğim, önlem alabileceğim bir dünya yaratmıştı bana.
Oysa bugün, okuduğum tek cümlelik bir not, hayata dair temel bildiğim bütün prensipleri yok etti.
Keşke öğrenilen bilgi, öğrenilemeyebilinseydi.
SLOVENYA, 1998
Yirmi sene evvel ilk defa yurtdışına çıktığımda gideceğim ülkenin Slovenya olması tuhaftı çünkü gitmeden önce bu küçük ülke hakkında hiçbir bilgiye sahip değildim. Tek bildiğim internette tanıştığım ve beni evine davet eden arkadaşım Dominik’in Slovenyalı olmasıydı.
Benden beş yaş büyüktü. Ben o sıralar henüz lise öğrencisiydim, o ise Ljubljana Üniversitesi sanat tarihi bölümünün son sınıfındaydı. Uzun zamandır yazışıyorduk. Yine de onu ziyarete gitmem pek kolay olmamıştı. En başta ebeveynler gibi bürokratik engeller vardı. Daha önce değil yurt dışı, yurt içindeki başka bir şehre bile gitmemiştim yalnız başıma. Korkuyorlardı haklı olarak.
Ama Dominik’in birkaç ay önce İstanbul’da beni ve ailemi ziyarete gelmesi onlarda bir güven duygusu oluşturmuştu. Daha sonra onun ailesi de benimkileri arayınca ve beni kendi evlerine davet edince, ailemin ilk başlarda duyduğu korku yerini oğullarının güvenle Avrupa’yı görebilmesini sağlayabilecekleri bir fırsata dönüşmüştü. Benden çok onlar heyecanlanıyorlardı.
Ben ise oldum olası endişeli bir beyne sahiptim. Yani kendimi hatırladığım en küçük yaştaki anılarımda bile bir şeylerden endişeleniyordum. Belki endişeli olmam, beynimi sürekli hazır tutmama yardımcı oluyordur, kim bilir, ama yine de bugün elimden gelse onu daha az düşünce ve endişe pompalayan bir modeliyle değiştirirdim.
Slovenya’ya gitmeden önce de aklıma türlü türlü kötü senaryolar geliyordu. Özellikle çok yakınlarında olan Kosova Savaşı yüzünden. Uçağım vurulabilirdi. Beni sokakta dövebilirlerdi. Dominik o sıralarda Slovenyalıların müslümanlardan pek hoşlanmadıklarını söylüyordu. Ben inançlı değildim ama müslüman bir ülkeden geliyordum. Tamam Dominik nasıl olduğumu biliyordu ama ailesi biliyor muydu?
Bütün bu endişelerimin hemen hepsi Slovenya’ya inişimin ilk saatlerinde dağıldı. Bir kere uçak vurulmamıştı ve indiğimde ailesi tarafından çok sıcak karşılanmıştım. Asıl sürpriz ise evdeydi. Benim (o sıralar ne içkim ne de sigaram vardı) Milka ve Sprite sevdiğimi öğrenen ailesi bir koli dolusu farklı farklı Milka çikolatayı ve litrelerce Sprite’ı odamdaki küçük dolapta hazır bulundurmuştu.
Dominik’in arkadaşları ise çok sıcakkanlı ve açık fikirliydiler. Hatta oraya vardığımın ilk gecesi Maria adlı bir arkadaşının doğum günüydü ve bütün arkadaşları ona aynı sexshoptan farklı farklı hediyeler almıştı. Gözlerim fıldır fıldır dönüyor, beynim bu farklı ama güvenilir ortamı tarıyordu. Sanki Marslılar arasındaydım ama çok eğleniyordum. Endişe yerini, kolay kolay deneyimleyemeyeceğim bir deneyimin heyecanı ve gururu ile yer değiştirmişti. Sıkıcı hayatımda anlatabileceğim onlarca eğlenceli hikayem vardı artık.
Birkaç gün boyunca neler yapmadım neler. Her yer karla kaplı olmasına rağmen tepemizde güneş vardı. Üzerimizdeki kalın montları atıp tişörtlerimizle kalarak, kardan transeksüel yaptık. Başkente gidip rock barlarda takıldık. Orta çağdan kalma pazar yerlerini gezdik. Şekerleme dükkanlarından şekerlemeler yedik. Ben yüksek hızda internetle orada tanıştım. İstanbul’daki evimde bir Iron Maiden şarkısını üç saatte indiyordum. O da ev telefonu çaldığı için internet kopmazsa.
“Osmanlı zamanında musmutlu yaşıyordunuz. İsyan etmeseydiniz siz de.”
Çok güldü. Çünkü şaka yaptığımı sanıyordu. Gülmediğimi görünce ciddileşti. “Olamaz ciddisin sen.” dedi ve bu sefer yüzüme bir kahkaha tufanı patlattı.
Bugün hala o anı düşündüğümde yanaklarım utançtan kızarıyor. Çünkü Slovenya hiçbir zaman Osmanlı boyunduruğunda yaşamamıştı. Kutsal Roma Germen İmparatorluğu ve Avusturya – Macaristan İmparatorluğu’nun bir parçası olmuşlardı ama asla topraklarını bize kaybetmemişlerdi.
Ve bütün gece benimle alay etti. “Ne sanıyorsun Haiti’ye kadar bütün toprakları yönettiğinizi filan mı”diye. O zamanlar Facebook, Twitter ve internet alaycılığı yoktu. ICQ bile yoktu. Dolayısıyla alaycılık dostane değil saldırganca geliyordu bana. Sanki beni aşağılıyormuş gibi. Üzerime çok gittiğini fark etmiş olacak ki sonunda dayanamadı ve “yatalım artık, sabah seni bir yere götüreceğim, sürpriz” dedi.
Sabah henüz güneş doğmadan çıktık yola. Dışarısı kapkaranlık olmasına rağmen bindiğimiz otobüste okullarına giden ufacık çocuklar vardı. Dominik’e ne kadar sorduysam da nereye gittiğimizi söylemedi. Ben de walkmanimde yeni aldığım Metallica’nın ReLoad albümünü dinleye dinleye uykulu gözlerle karanlıkta bir şeyler görmeye çalıştım.
Birkaç saat sonra vardığımız yer Bled’di. Baharları ve yazları çekilmiş fotoğraflarına bakarsanız masmavi bir göl ve ortasında yemyeşil küçük bir ada ile karşılaşırsınız. Biz ise kışın ortasındaydık ve hava hala aydınlanmamıştı. Otobüsten inip buz tutmuş bir patikadan indiğimizde hayatımda ilk kez ve tek kez donmuş bir gölle karşılaştım. Thor’un cinsel fantezilerini gerçekleştirmek için ziyaret ettiği buzullar ortasında bir adaya benziyordu. Buzdan göle açılan patikanın üzerinde ise bir uyarı işareti vardı; “Yürümemenizi Tavsiye Ederiz.” yazıyordu.
“Yasaktır”larla büyümüş bir Türk olarak o an Slovenyalı olmanın muhteşem bir şey olduğunu düşündüm. Bugün de düşüncelerim pek değişmedi.
BLED
Neyse ki donmuş gölün yüzeyinden değil sahil kenarından yürüdük. Bana gölün donmadığı zamanlarda insanların sandallarla ortadaki adaya gittiğini, hatta yeni evlenen çiftlerin bu sandallarda fotoğraf çektirmesinin artık kanun gibi bir şey olduğunu söyledi. Yol kenarında bir kafede sıcak çikolata ve çörek alarak yürümeye devam ettik. Sorularıma hala cevap vermiyordu ama yol ilerledikçe anlıyordum. Önümüzdeki yamacın üstündeki karanlık bir kaleye doğru yaklaşıyorduk.
Yüzlerce basamağı çıktıktan sonra kaleye vardığımızda birbirinin tersi iki duyguyu aynı anda yaşadım. Bir yandan aşağıda, ortasında ada olan buz tutmuş gölün, kırmızı gökyüzüyle birleşmesiyle oluşan o gotik güzelik, diğer yandan restorasyon nedeniyle yarım bırakılmış kapılardan gelen ve bir benzerini yıllar sonra birkaç saniye de olsa Yerebatan Sarnıcı’nda duyumsadığım ve bu anı hatırladığım o keskin, binlerce yıllık koku. Bu manzarada ve bu kokuda sonsuza dek asılı kalıp Anathema dinlemek isterdim. Belki cennet böyle bir şeydi. Belki cehennem böyle bir şeydi.
Hava gittikçe beyazlaşıyordı. Sabah olmasına rağmen gölün etrafında başka insanlar vardı. Oysa burada yalnızca biz ve restorasyon çalışmaları nedeniyle Dominik’i tanıdığı belli olan iki güvenlik görevlisi vardı. Restaurant olarak planlanan bir bölmeden surların arasına daldık. Oradaki diğer güvenlikçi kaşlarını kaldırdıysa da Dominik bir el hareketiyle onu geçiştirdi. İçeride koku daha da ağırlaşmıştı.
Surların içi küçük bir köy meydanını andırıyordu. Yan yana dikilmiş enlemesine binalar, bazıları kare bazıları oval pencereler, her birinde ikinci kata çıkan dıştan merdivenler ve ortada bir gözetleme kulesi. Umberto Eco’nun Gülün Adı romanının başında Benedikten manastarını ziyaret eden rahip çaylağı Adso gibi hissettim kendimi. Eco’nun ilham aldığı ve planlarını çizdiği manastırın Sacra di San Michele olduğu söylenir. Eğer fotoğraflarına bakarsanız Bled Kalesi’nin de romanda planı çizilmiş manastır bölgesine benzediğini fark edebilirsiniz.
BLED KALESİ
“Slovenya hiçbir zaman Osmanlı topraklarına katılmadı. Ama her zaman yoldan geçen Türk ordularının yağmalamalarının kurbanı oldu. Bu kale ise bir kez ele geçirildi. 17 Ekim 1578’te.”
Ana neften içeriye doğru yürüdük. Duvarlarda zar zor görebildiğim İsa’nın çarmıha gerilişini betimleyen freskler vardı. Tam karşısındaki duvarda ise Kutsal Roma İmparatoru II. Henry’nın bu kaleyi inşa etmesini betimleyen freskler. Benzer bir sahneyi daha sonra Ayasofya’nın iç narteksindeki sunu mozaiğinde görecektim.
“O güne dek kale çok iyi korunmuştu çünkü senin de gördüğün gibi ele geçirilmesi imkansız bir kayaya oyulmuştu. Dönemin kontu Ivan Josip Lenkovic, çevresindeki savaşlardan kaçan insanlar için kalenin kapılarını açar, bunlardan işine yarayacak aşçıları, ustaları, eğitmenleri kullanır, kalanları geri atarmış. İşte o mültecilerden biri de Eflak bölgesinden kaçtığını söyleyen kestane saçlı Türk bir kadınmış.”
Şapelin girişinden uzaklaştıkça etraf karanlıklaştı. En sonunda merkezinde mimberin bulunduğu yarı daire şeklindeki dar alana girdiğimizde bir tek Dominik’in sırtını seçebiliyordum. Orada bir kapıdan geçtik ve merdivenlerden inmeye başladık. Bu noktadan sonra artık endişem korkuya dönüşmeye başladı. Döner merdivenlerden yavaş yavaş inerken yüzüme dokunan ağlar yasak ve tehlikeli bir şeyler yaptığımı kulağıma fısıldayan cinler gibiydi. Tek güvencem Dominik’in kendine güvenen adımlarıydı. Her taraf karanlık olsa bile bir kere bile tereddüte düştüğünü görmemiştim.
“Bu kadın, padişahın atadığı voyvodolar ve elitler hakkında her türlü bilgileri vermiş ama halkı hakkında asla kötü konuşmamış. Bu yüzden kaledekiler saygı duymuşlar ona. Kalenin içinde kalabilmek için yaltaklananlara nazaran her gördüğünü ve düşündüğünü pat pat söylemesi Kont Ivan Josip Lenkovic’in dikkatinden kaçmamış. Kendisine kalenin üst katında bir yer ve eğitimde görevler vermiş. Artık her yere erişimi olan kestane saçlı kadın bunu kullanarak bir gece gizlice kapı koruyucuları bayıltmış ve kalenin kapısını Eflak’ta yaşan asi Türk komutanlardan birine açmış. Böylelikle Osmanlı’ya bağlı küçük bir grup asker içeriye girerek kaleyi ele geçirmiş ve kontu öldürmüş. Kalenin koruması çok kolay olduğu için az askerle bile yıllar boyunca egemenliği sürdürmüş, ta ki Avusturya- Macaristan orduları kaleyi aylarca kuşatıp içeridekileri açlıktan öldürene dek.”
Sonunda Dominik, bu bodrum katının kayalıklara oyulmuş pencerelerinden saçılan loş ışıkların geldiği bir odanın önünde durdu.
“İşte bu oda da Osmanlıların bize bıraktığı tek eser. İşkence odası.”
Dominik bana menüden yemekleri sayan bir garson gibi teker teker anlattı; fare kafesleri, uzak diyarlardan getirilen tuzlar, keçi derisi, deve işkembesi, çengeller, göze çekilen miller… İşkence odasında gördüklerim, acımasızlığın sınırları ile ilgili ufkumu genişletti. Dağın tepesinde, muhteşem manzarası olan bu kalede, kaçılamayacak duvarlar arasında, kim bilir ne trajediler yaşanmıştı.
“Burası tek değil, Hırvatistan ve Romanya topraklarında benzer kalelerden ve işkence odalarından çok var. Ama burası küçük bir müze olduğu için ve alt kat ziyarete kapalı olduğu için pek uğrayan olmadı. Yani burayı görmüş olan dünya üzerinde yaşayan birkaç kişiden birisin sen.”
O zamanlar, bu tür “ilk olma” “azlardan biri olma” duygusu bana yabancıydı. Değer bilmez bir şekilde işkence aletlerine bakmaya devam ettim. Korkunç makaslar vardı. Bunların vücutta açabileceği yaraları düşündüm. Bir an, içimdeki korkunun yarattığı paranoya sonucu Dominik’in bana burada zarar verebileceği aklıma geldi. Tedirgin bir şekilde hareketlenince işkence tezgahın yanına çarptım ve üstündeki bir şeyi düşürdüm.
Kestane renkli saç tutamıyla tutuşturulmuş bir nottu bu. Dominik de görmüş olacak ki o da ilgiyle yöneldi. Kağıda baktık, Türkçeydi. Bana anlamını sordu.
Notta yazılanın bir isim olduğunu söyledim. Tanıyıp tanımadığımı sordu. Hayır dedim. Gerçekten tanımadığım birisiydi.
Kaşlarını çatıp “Hayret” dedi. Birkaç saniye sonra birden bire rahatlayıp muzurca gülümsedi.
“Bizim restorasyon ekibindeki Ali’nin işidir bu. Sevgilisinin ismi filandır kesin. Sever böyle şaklabanlıkları. En iyisi sende kalsın, bugünün hatırası olur.”
—
Geçen gün yeni evime taşındım. Bütün bu taşınma sürecinde en zoru kitapları taşımaktı. On beş sene önce bir karar almıştım, bu karara göre hayatımın ilk yarısında araştırma kitapları okuyacak, ikinci yarısında ise romanlara ve öykülere ağırlık verecektim. Bu yüzden seneler evvel okuyup bir daha dokunmadığım romanlar ve hikaye kitapları çıktı tozlu raflardan. Dostoyevski’nin Budala’sı da onlardan biriydi. Slovenya’ya giderken yanımda götürdüğüm ve yolculuk boyunca elimden düşürmediğim kitaptı o.
İşte bu kitabın arasında buldum Slovenya’ya gidip döndüğüm uçak biletlerini, oradayken gitmeyi çok istediğim ama yaşım elvermediği için gidemediğim metal konserinin broşürünü ve kestane renkli saçla tutuşturulmuş notu.
Yıllar sonra aklımdan tamamen çıkmış olan notta şu yazıyordu:
“Nuray Mert Yalnızdır.”