30 AĞUSTOS’U ANLAMAK VE GEÇMİŞTEN DERS ÇIKARMAK!
Dün Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin, kuruluş yolculuğunda önemli kavşaklardan biri olan Sakarya Meydan Muharebesi’nin kazanılmasının 99. yıl dönümüydü. 1914 yılında, kaynak ve sömürge paylaşımında yaşanan anlaşmazlıklar yüzünden emperyalist bloklar arasında başlayan Birinci Emperyalist Paylaşım Savaşı (Birinci Dünya Savaşı), 1918 yılında Almanya’nın başını çektiği İttifak Devletleri’nin yenilgisiyle sona ermişti. Bu sonuçla, savaşa İttifak Devletleri’nin yanında katılan Osmanlı Devleti yenik sayılmış ve başta başkenti İstanbul, elinde kalmış son toprak parçası Anadolu İtilaf Devletleri tarafından paylaşılmıştı. Bunun üzerine, Mustafa Kemal’in 19 Mayıs 1919 tarihinde Samsun’dan Anadolu’ya geçmesi ile başlayan süreçte, önce 23 Nisan 1920’de Ankara’da Millet Meclisi açılmış, 1921 yılının Ağustos-Eylül aylarında, Batı Anadolu’dan Ankara’ya doğru ilerlemekte olan Yunan ordusuna karşı verilen savaş ve bu savaşın en önemli kavşağı olan Sakarya Meydan Muharebesi 30 Ağustos 1921 tarihinde zaferle sonuçlanmıştı. Tüm bu aşamalardan sonra, Lozan Barış Antlaşması’nın 24 Temmuz 1923 tarihinde imzalanmasının ardından, 29 Ekim 1923 tarihinde Cumhuriyet ilan edilmiş ve Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin kuruluşu tamamlanmıştı.
Elbette, insanların padişahın tebaası olarak muamele gördüğü 600 yıllık İmparatorluğun yerine, literatürdeki karşılığı, halkın kendi kendisini yönetmesi olan Cumhuriyeti yönetim biçimi olarak benimseyen yeni devletin kurulmuş olması, ileriye doğru atılmış önemli bir adımdı. Nitekim kurucusu Mustafa Kemal Atatürk, “Cumhuriyet bilhassa kimsesizlerin kimsesidir.” demişti. Ancak kabul etmek gerekir ki, Cumhuriyet hiçbir zaman, halkın kendi kendisini yönettiği gerçek bir demokrasiyle taçlandırılamadı. Bu nedenle, insan hak ve özgürlükleri, eşit yurttaşlık, adalet gibi temel normlar hayat bulmadı. Farklılıklar hep baskı altında tutuldu. İdeolojik, etnik ve dini inanış farkı olanların, kendilerini ifade edecekleri örgütlü yapılara sahip olmaları engellendi. Zamanla burjuvazi gelişip serpildikçe, emek sömürüsüne karşı, Bilimsel Sosyalizmi yani işçi sınıfı iktidarını savunan aydınlar, sanatçılar, akademisyenler, işçi sınıfı önderleri tutuklandılar, işkencelerden geçirilip cezaevlerine dolduruldular. Sınıf partilerinin kurulması engellendi.
Asıl ilginç olan ise; birinci emperyalist paylaşım savaşında safında savaştığı emperyalist ittifak blokunun yenilgisinin faturasını, ülkesinin parçalar halinde işgali gibi ağır bir bedelle ödeyen Osmanlı İmparatorluğu’nun yerine kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti Devleti yöneticilerinin, geçmişten ders çıkarmamış olmaları ve 1950’lerden sonra emperyalist batı ile ittifak yapmalarıydı. Evet, Türkiye Cumhuriyeti 1952 yılında, emperyalist batının savaş örgütü Kuzey Atlantik Paktı’na (NATO) üye olmakla geçmişten ders çıkarmadığını çok açık bir şekilde ortaya koymuştur. Nitekim Türkiye’nin kuzeyindeki sınır komşusu Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği (SSCB) ile onun başında bulunduğu doğu blokuna (VARŞOVA PAKTI) karşı kurulmuş olan emperyalizmin saldırı örgütü NATO’ya üye olması, ülkeyi hedef haline getirmiştir. Çünkü Türkiye pakta üye olmakla, askeri işbirliği anlaşmaları çerçevesinde paktın ülke topraklarında asker ve silah konuşlandırması için üsler kurmasına izin verdi. Bir başka deyişle Türkiye, ulusal kurtuluş savaşında kendisine silah, mühimmat ve teçhizat yardımında bulunan kuzey komşusu SSCB’nin burnunun dibindeki topraklarına emperyalizmin savaş gücünü konuşlandırmak suretiyle, tarafsız kalma politikasını terk etti ve bölgenin İslam dünyasında belirleyici olma şansını kaybetti.
Elbette Türkiye’nin NATO’ya üyeliğinin tek nedeni, SSCB karşıtlığı değildi. Zira Türkiye’nin kendisi uluslararası sermaye için önemli bir pazar olmanın yanı sıra, Asya ile Avrupa kıtaları arasında köprü konumunda olmasından dolayı stratejik bir öneme de sahipti. Yani bu üyelik aynı zamanda, uluslararası sermayenin SSCB’nin kuzeyden Asya’ya geçişi kapatmış olması engelini aşması için de önemliydi. Türkiye’nin üyeliği ile emperyalizm aynı zamanda dünyayı etkisine almış olan sosyalist düşünce akımının yön verdiği işçi sınıfı mücadelesinin önünü kesme hedefine de ulaşmış olacaktı. Çünkü NATO, uluslararası sermayenin dünya genelinde kaynaklara el koyması hedefi için yapılandırılmış bir savaş örgütüydü. Bu özelliğinden dolayı NATO, bir yandan ABD ve işbirlikçisi Avrupa devletlerinin SSCB ile onun başında bulunduğu doğu blokunu dünyayı istilaya hazırlanan düşman olarak, göstermek suretiyle üçüncü dünya ülkelerine silah satmalarına hizmet ederken, diğer yandan ise pakt üyesi ülkeler başta olmak üzere dünyanın birçok ülkesinde planladığı askeri darbelerle işbaşına getirdiği totaliter baskıcı yönetimler eliyle demokrasiyi askıya aldırıyordu. Bu yöntemle dünyanın birçok ülkesinde sosyalizmin iktidar olmasının yolunu kapatan emperyalizm, aynı zamanda işçi sınıfının yükselen mücadelesi ile dünyanın birçok bölgesinde ortaya çıkan ulusal kurtuluş mücadelelerini kanlı bir şekilde bastırdı. Kuşkusuz emperyalizmin bu politikasının en bariz şekilde uygulandığı ülkelerin başında, coğrafi konumu dolayısıyla batı için hayati öneme sahip Türkiye gelmektedir. Nitekim Türkiye’de her 10 yılda bir askeri darbe yapıldı ve yarım yamalak demokrasi kesintiye uğratıldı. 1960 darbesinin ardından yapılan Anayasa ve yasalarla özgürlükler kısmen de olsa kullanılır olduysa da 12 Mart 1971 Muhtırası ve 12 Eylül 1980 darbesi ile bu haklar da tırpanlandı. Kısacası Cumhuriyet hiçbir zaman kimsesizlerin kimsesi olamadığı için, sıkıntılar katlanarak devam etti. Bugün olduğu gibi geçmiş yıllarda da hukuksuzluk hiç eksik olmadı. Farklı olana yaşam hakkı tanınmadı.
Türkiye’nin emperyalist saldırı örgütü NATO’ya üye olmasının üzerinden 70 yıl geçti. Bu 70 yılda dünyada çok şey değişti. SSCB yok artık, Rusya var. Doğu bloku çöktü, Varşova paktı dağıldı. Ancak ona karşı kurulduğu iddia edilen NATO genişleyerek varlığını sürdürme çabasında. Aslında son 30-40 yılda yaşananlar, NATO’nun asıl amacının tekelci sermayenin mutlak hakimiyetini dünya çapında sağlamak olduğunu çok açık göstermektedir. NATO bu hakimiyete direnen ve ülkesini tekelci sermayenin sömürüsünden korumaya çalışan ulusal hükümetleri, içerden veya dışardan dayattığı vekalet savaşları ile devirerek yerlerine kukla yönetimler getiriyor. Bunun mümkün olmadığı durumlarda ise; ülkenin başında bulunan diktatörü ve yönetimini bahane gösteriyor ve demokrasi getireceği vaadiyle fiili işgaller gerçekleştiriyor. Elbetteki asıl amaç, ülkeye gerçek bir demokrasiyi yerleştirmek değil, emperyalizme biat edecek bağımlı yönetim getirmektir. Böylece ülkenin kaynakları ile doğası tekelci sermayenin sınırsız sömürüsü için uygun hale getirilmektedir. Bu politikanın uygulanmasının son örnekleri, Irak’ta Saddam’ın, Libya’da Kaddafi’nin, Suriye’de Esad’ın, Afganistan’da Taliban’ın gerekçe gösterilerek; Irak ile Afganistan’ın fiilen işgal edilmeleri, Suriye’nin iç savaş ile paramparça edilmesi, Libya’da dışarıdan müdahale ile Kaddafi’nin yönetimden uzaklaştırılıp, hunharca katlettirilmesi ve ülkenin yakılıp yıkıldığı bir iç savaşa sürüklenmesidir. Türkiye bu ülkelere yapılan müdahalelerde, dolaylı ve direkt müdahil olarak emperyalizmin yanında yer aldı.
Emperyalizmin saldırı örgütü NATO, Ortadoğu, Kafkaslar, Doğu Avrupa, Baltık Cumhuriyetleri, yakın Asya gibi dünyanın birçok bölgesinde ülkeleri iç ve dış müdahalelerle savaşa sürüklemekte, birçoğu kendisinin destekleyip iktidara taşıdığı, Saddam örneğinde olduğu gibi, kimi zalim diktatöre dönüşen yönetimleri bahane ederek, ülkeleri fiili olarak işgal etmektedir. Gerek emperyalizmin yürüttüğü bu savaşlardan gerekse kapitalist sistemin yol açtığı eşitsizliklerden dolayı, milyonlarca insan yerinden, yurdundan atalarının yüz yıllardır üzerinde yaşadıkları topraklardan koparak, yabancısı olduğu başka ülkelerde mültecilik sıfatıyla yaşama tutunmaya çalışıyor. Asıl acı olanı ise; bu acıların ortaya çıkmasının sorumlusu emperyalizm, onun güdümündeki devlet yönetimleri ve sermaye bir bütün olarak yol açtıkları bu insanlık dramını fırsata çevirmeye çalışıyorlar. Ne yazık ki, yüz yıl önce emperyalist bloklar arası savaşta yenilen ittifak blokunun saflarında yer aldığı için yenik sayılan Osmanlı İmparatorluğu’nun, karşı blok İtilaf Devletleri tarafından işgal edilen topraklarını Kurtuluş Savaşı ile kurtaranların kurduğu Türkiye Cumhuriyeti’ni yönetenler, geçmişten ders çıkarmadıkları için ülke bugün emperyalist ABD ile ortaklarının, gerçekleştirdikleri işgaller ile yağma ve talanlarına ortak olmuş durumdadır.
Bu nedenle Türkiye, NATO üyeliğinin getirdiği yükümlülüğün yanı sıra mevcut iktidarın, etnik ve mezhepsel bakışından dolayı, emperyalizmin Büyük Ortadoğu Projesi’nin (BOP) uygulanması için, komşu ülke Suriye’de başlatılan iç savaşta taraf oldu. Türkiye bu tarafgirliğin faturasını, Suriye’den gelen milyonlarca göçmenin yol açtığı devasa ekonomik ve sosyal sorunlarla boğuşarak ödüyor. Zira göçmenlerin Avrupa Birliği ülkelerine geçmemesi için birlikle etik olmayan bir pazarlık yürüten iktidar, onlardan alacağı para karşılığı göçmenlerin Türkiye’de kalmasına rıza gösterdi. Maalesef iktidar bu pazarlığın yanı sıra, ülke içinde yaptığı insan hakları ihlallerine karşı AB’den veya üye devletlerden yükselen cılız sesleri bastırmak amacıyla göçmenleri koz olarak kullanmakta da sakınca görmüyor.
Tüm bunlardan sonra bilmemiz gerekiyor ki; bir bütün olmasa da emperyalizmin bir blokuna karşı yüzyıl önce verilen ulusal kurtuluş savaşı sonucu kurulmuş Türkiye Cumhuriyeti, bugün emperyalizmin güdümündedir. Bu nedenle bizler Türkiye Cumhuriyeti yurttaşları olarak, yüzyıl öncesiyle övünmekle görevimizi yapmış olmuyoruz. Bugün yapılması gereken, geçmişi iyi okumak, onun doğrularını rehber alıp hatalarını bertaraf etmek ve Türkiye’yi bugün emperyalizmin ileri karakolu haline getiren politikalara karşı direnmek olmalıdır. Ancak böyle yapıldığında bu ülke gerçek anlamda bağımsız, demokratik, tüm yurttaşlarının eşit olduğu, kendi içinde barışık bir ülke olacaktır. Yani gün geçmiş üzerinden hamaset yapma değil, ona saygı duymak ve geçmişi iyi anlayarak çağdaş normların hakim kılındığı bir ülkeye ulaşma günüdür!