ACILARDAN DERS ÇIKARMAK VE BARIŞ!
Geçen Çarşamba 1 Eylül dü. 1 Eylül Nazi Almanya’sının, 1939 tarihinde Polonya’yı işgaliyle başlayan, insanlık tarihinin en acımasız savaşı, ikinci emperyalist paylaşım savaşının (İkinci Dünya Savaşı) başladığı tarih. Tarihin en büyük insanlık dramlarından birinin başladığı gün olan bu tarih, savaşta en çok kaybı vererek Nazi Almanya’sının yenilgiye uğratılmasında büyük pay sahibi olan Sovyetler Birliği ile diğer birçok ülkede “Dünya Barış Günü” olarak kutlanmaya başlandı ve şu an Türkiye’de Barış Günü olarak kutlanmaya devam ediyor.
İşgalleri, soykırımları, kullanılan silahları ve yaygınlığı ile vahşetin her türlüsünün yaşandığı, insanların sözde ırksal farklklıkları, etnik kimlikleri ile dini inançları dolayısıyla katledildiği, toplama kamplarında ağır koşullarda çalıştırılıp deneylerde kullanıldığı ve bu şekilde milyonlarca insanın hayatını kaybettiği acılarla dolu bu savaşın unutulmaması ve sonuçlarından dersler çıkarılması için bu savaşa giden süreci ve savaşın önemli aşamalarını bilmekte yarar var. Zira ABD ile müttefiklerinin kontrolündeki medya ve sinema sektörü ile bazı tarihçiler, bu savaşın, öncesi, başlaması, devamı ve sonucuna dair insanları yanlış bilgilendirmekte ısrar ediyorlar. Kuşku yok ki, bu bilinçli saptırmanın amacı, büyük bedel ödeyerek savaşın Nazi Almanya’sının yenilgisi ile sonuçlanmasında başrolü oynamış Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) başarısını gölgelemektir.
Birinci Dünya Savaşı’ndan yenik çıkan Almanya’nın, kendisine ağır şartlar dayatılan Versay antlaşmasını imzalamak zorunda kalması, 1929 Dünya Ekonomik Bunalımı’nın yaptığı ekonomik tahribatın yol açtığı yüksek enflasyon, işsizlik gibi olumsuzluklarla birleşince, 1930’lu yılların başında Alman toplumu deyim yerindeyse bunalıma sürüklenmişti. Bu bunalımı fırsat bilen Hitler, Alman toplumunun milli duygularına hitap etti ve yaşanmakta olan ekonomik sıkıntıları ortadan kaldıracağını vaat etti. Böylece Aldolf Hitler’in başında bulunduğu ırkçı, Nasyonel Sosyalist Parti, 1933 yılındaki seçimlerde iktidara geldi. Nazilerin iktidarına giden süreç, bir dizi karmaşıklığın, provokasyon ve sabotajların yaşandığı bir süreçtir. Ocak 1933 yılında koalisyon hükümetinin başbakanı olan Hitler, aynı dönemde ülkeyi felce uğratan grevlerde önemli payı bulunan komünistleri ezmeyi kafasına koymuştu. Zira komünistleri, başında bulunduğu, Nasyonal Sosyalist Parti iktidarının önünde engel olarak görüyor ve bertaraf edilmeleri için her şeyin yapılması gerektiğini düşünüyordu. Tam da bu süreçte, bir sabotaj sonucu 27 Şubat 1933 akşamı parlamento binası Reicshtag yangını çıktı. Yangını bahane eden Hitler başkanlığındaki hükümet, cadı avı başlattı ve binlerce insan cezaevlerine atıldı. Siyasi cinayetler işlendi. Tüm baskı ve zulüm altında 5 Mart 1933 tarihinde yapılan seçimlerde Nasyonal Sosyalist Parti tek başına iktidar oldu. Elbette Hitlerin yükselişinin, sadece Alman halkının milli gururunun incinmesine ve yaşadığı ekonomik sıkıntılara bağlı olduğunu düşünmek, güçlü bir sermaye sınıfına sahip Almanya’nın orta sınıfı ile burjuvazisinin, ülkede yükselmekte olan işçi sınıfı mücadelesi ile bu mücadeleye ivme kazandıran güçlü sol dalganın önünü kesmek isteğiyle de ilgili olduğunu göz ardı etmek olur.
Hitler, iktidara gelmesinden, kendisinin başlattığı İkinci Dünya Savaşı’nın sonuna kadar, ekonominin düzene sokulması, Alman kara, deniz ve hava kuvvetlerinin Versay anlaşmasıyla getirilen sınırlamalardan kurtarılması, başında bulunduğu NAZİ ideolojisinin Almanya toprağı olarak gördüğü ancak Versay anlaşmasıyla Almanya’nın hakimiyetinden çıkarılmış ülke ve bölgelerin geri kazanılması gibi üçlü bir strateji izledi. Bu stratejisini uygulamada dünya konjoktürünü de iyi kullanan Hitler, anti Sovyet politika izleyen Avrupa’nın güçlü devletleri Fransa ve İngiltere’yle yakın temas içinde oldu. Dolayısıyla, kendi sermaye sınıflarının baskısı altında kalan bu devletler, SSCB’nin, özelde Avrupa’yı genelde ise tüm dünyayı tehdit eden Alman yayılmacılığına karşı, müteaddit defalar yaptığı ittifak çağrısını reddettiler. Çünkü onların hesabına göre Hitler’le iyi geçinmeleri tehlikeyi kendilerinden uzaklaştıracak ve Almanya doğuya yönelerek, SSCB ile baş başa kalacaktı. Bu nedenle, sürekli taviz verdiler ve antlaşmalar imzaladılar.
Bundan güç alan Hitler Almanya’sı, Fransa ve İtalya ile anlaştıktan sonra 11 Mart 1938 tarihinde Avusturya’yı işgal etti. Ardından, 29 Eylül 1938 tahinde Münih’te Almanya, Fransa, İngiltere ve İtalya Başbakanları arasında antlaşma imzalandı ve 1 Ekim 1938 tarihinde Almanya Çekoslovakya’nın Südet bölgesini ilhak etti. Antlaşmada bulunan bir başka maddeye dayanan Almanya, 15 Mart 1939 tarihinde ise Çekoslovakya’nın tamamını işgal etti. Tüm bunları silaha başvurmadan yapan Almanya, Polonya’dan toprak talep etmeye yöneldi. Tüm bu gelişmeler üzerine, savaşın kaçınılmaz olduğunu gören SSCB 23 Ağustos 1939 tarihinde Almanya’yla saldırmazlık paktı imzaladı. Bu paktın uzun ömürlü olamayacağını bilen SSCB lideri Stalin ve arkadaşlarının amacı, Almanya’nın saldırısını geciktirmek ve ülkeye yönelecek olan Alman saldırısına karşı hazırlık yapmaktı.
Tüm bu gelişmelerden sonra Almanya’nın 1 Eylül 1939 tarihinde Polonya’ya saldırmasıyla, 1945 yılına kadar sürecek ve 60 milyonu savaş sürecinde olmak üzere, savaşın yol açtığı açlık, sefalet ve salgın hastalıkların savaş sonrasında da devam etmesi dolayısıyla 80 milyondan fazla insanın öldüğü, büyük ekonomik kayıpların ortaya çıktığı, kentlerin yakılıp yıkıldığı, tarihi miras ile doğal hayatın tahrip olduğu, insanlığın, Japonya’nın iki kentine atılan tarihin en korkunç silahı atom bombası ile tanıştığı, büyük paylaşım savaşı başlamış oldu.
Almanya, Fransa dahil Avrupa kıtasının tamamına yakınını işgal ettikten sonra, 22 Haziran 1941 tarihinde Sovyetler Birliği’ne saldırdı. 1945 yılına kadar süren savaşta, Hitler’in büyük Nazi İmparatorluğu hayalini sona erdiren dönüm noktaları var: Bunlar, 23 Ağustos 1942 tarihinde başlayıp 2 Şubat 1943 tarihinde kentteki Alman birliklerinin Kızılordu’ya teslimi ile sona eren ünlü Stalingrat direnişi ile 1943 yılının Ağustos ve Eylül aylarında gerçekleşen tarihin en büyük Tank savaşı Kursk savaşıdır. Zira iki tarafında büyük kayıplar verdiği bu iki büyük muharebeden sonra, Almanya SSCB’nin karşı saldırısına direnemedi ve Doğu Cephesi’nde sürekli geri çekildi. Doğu Cephesi’nde bunlar yaşanırken, Batı Cephesi’nde kıta Avrupası’nın tamamına yakınını işgal eden Almanya, bununla yetinmeyip müttefiki İtalya ile birlikte Kuzey Afrika’yı da işgal etmişti. Bu işgalde Almanya, Doğu Cephesi’ndeki geri çekilmeye paralel olarak büyük kayıplar vermeye başladı. Buna İngiltere’nin aralıksız süren hava saldırıları, yerel milis direnişleri ve 6 Haziran 1944 tarihinde ABD ile İngiltere öncülüğünde gerçekleşen Normandiya çıkarması da eklenince, Almanya Batı Cephesi’nde de gerilemeye başladı. Alman ordusunun 2 Mayıs 1945 tarihinde Berlin’e girmiş olan SSCB ordusuna teslim olmasıyla savaş Avrupa’da fiili olarak sona erdi ise de müttefiki Japonya teslim olmadığı için savaş Asya’da devam etti. Bunun üzerine ABD Ağustos ayında, insanlık tarihinin en korkunç silahı atom bombasını, Japonya’nın Hiroşima ve Nagazaki kentlerine attı. Böylece atıldığı yerde geniş bir alanda canlı yaşamı yok eden, asker, sivil demeden on binlerce insanın ölmesine, sakat kalmasına, bir bütün olarak canlı hayatın yok olmasına yol açan ve etkileri uzun yıllar süren nükleer silah, dünya ordu envanterine girmiş oldu. Bu savaşta tek başına SSCB, asker ve sivil 26,6 milyon insanını kaybetti. Kızılordu büyük kayıplar verme pahasına direndi ve dünyayı büyük bir beladan kurtardı. Bu nedenledir ki, aynı zamanda bir savaş muhabiri olan Amerikalı ünlü gazeteci yazar Ernest Hemingway, “Özgürlüğünü seven her insanın Kızılordu’ya, bir hayat süresi boyunca ödeyebileceğinden daha büyük borcu vardır.” demek suretiyle Kızılordu’nun başarısının önemine dikkate çekmiştir.
Elbette insanlığın büyük trajediler yaşadığı, savaşın başladığı gün olan 1 Eylül’ün, SSCB ve Varşova Paktı ülkelerinde Dünya Barış Günü olarak kabul edilmesi anlamlıdır. Ancak aradan geçen bunca yıla rağmen, dünyada kalıcı bir barış sağlanmış değil. Nitekim bugün dünyada silahlanma harcamaları, nükleer silah denemeleri insanlığı tehdit etmeye devam ediyor. Afganistan’dan Irak’a, Suriye’den Filistin’e, Afrika’dan Ortadoğu’ya çatışmalar sürüyor. Ne yazık ki, emperyalizmin doymak bilmeyen kâr hırsından dolayı, etnik ve dini farklıklar körükleniyor, halklar birbirine kırdırılıyor. Sözde demokrasi ve insan hakları savunucusu ABD ile batılı müttefiklerinin, bölgedeki enerji kaynaklarını kontrol etme politikalarına engel gördükleri Suriye yönetimini değiştirme hedefine ulaşmak için 2011 yılında, “Esat gidecek demokrasi gelecek” sloganıyla, bölgedeki krallık, şeyhlik gibi çağdışı monarşi yönetimlerle işbirliği yapmaları ile başlayan ve halen süren iç savaş ülkeyi.yerle bir etti. Asker, sivil, çocuk, kadın, yaşlı, yaklaşık 1 milyon insan yaşamını yitirdi. Milyonlarcası ise başta Türkiye olmak üzere, başka ülkelerde mülteci olarak çağdışı koşullarda hayata tutunmaya çalışıyor. Baştan beri izlenen mezhep eksenli Suriye politikası, ülkemizi tarafı olmadığı bir savaşın tarafı durumuna getirmiş bulunuyor.
Öte yandan, 11 Eylül 2001 İkiz Kuleler saldırısının ardından, Afganistan’da yönetimi elinde bulunduran Taliban’ı, saldırıları gerçekleştirdiği iddia edilen terör örgütü El Kaide’ye destek vermekle suçlayan ABD ile müttefikleri, Taliban’ı yönetimden uzaklaştırma bahanesiyle, Birleşmiş Milletlerin oluruyla NATO şemsiyesi altında Afganistan’ı işgal ettiler. Bu işgalin başını çeken ABD, iki yıl önce Taliban ile imzaladığı Doha anlaşması sonrasında ülkeden çekilme kararı aldı. ABD’nin bu kararı hayata geçirmeye başladığı bir süreçte, Taliban herhangi bir dirençle karşılaşmadan Afganistan’da hakimiyeti ele geçirdi. Asıl ilginç olan ise; demokrasi ve insan hakları savunuculuğu iddiasında olan büyüğünden küçüğüne dünya devletlerinin, insan hakları demokrasi ve özgürlük düşmanı bu örgütün yönetimini tanımaya ve onunla ilişki geliştirmeye hazırlanmalarıdır.
Ne yazık ki, tarihin en kanlı savaşının bittiği 1945 yılının üzerinden 76 yıl geçmiş olmasına rağmen, bugün hâlâ insanlık savaşlardan kurtulmuş değildir. Dünyayı yöneten emperyalist merkezlerin, ekonomik ve siyasi çıkarlar için dünyanın birçok bölgesinde başlattıkları savaşlar, bir yandan insanlık ailesinin yüzyıllar süren mücadeleler sonucu elde ettiği temel değerleri yok ederken, diğer yandan savaşa harcanan devasa bütçeler nedeniyle insanların günlük ihtiyaçları için kullanacakları kaynağa sahip olmalarını engelliyor.
Kuşkusuz silahlar konuştukça kadınlar, gençler, çocuklar, yoksullar ve emekçiler başta olmak üzere, bütün insanlık ağır faturalar ödemeye devam edecek. Çünkü savaşa ve silaha harcanan her kuruş, daha çok işsizlik, yoksulluk, açlık, kan, gözyaşı olarak toplumların en mağdur kesimlerine dönmektedir. Bütün bu nedenlerle bugün ülkemizde ve dünyada, barış için her zamankinden daha fazla emek harcamak gerekiyor. Bugün insanlığın ihtiyacı sözlerin en güzeli olan barıştır!
O zaman şimdi yüksek sesle, “Savaşa Hayır, Barış Hemen Şimdi!” deme zamanıdır.