Ahlak
Gökhan KÜÇÜK yazdı:
“Kim namus ve ahlak şövalyeliği yapıyorsa bilin ki en namussuzu o’dur.” (Friedrich Nietzsche)
İnsan sosyal bir varlıktır ve yaşamak için başka insanlara ihtiyaç duyar.
Başka bir deyişle insan, karışık bir puzzle’ı andıran ve adına toplum denen mekanizmanın kaotik bir parçası olduğu için diğer insanlarla iş birliğine gitmesi gerekir, ki yaşamını sağlıklı bir şekilde sürdürebilsin.
Vaktiyle Afrika’nın Rift Vadisi’nden yola çıkan atalarımız yeryüzünün muhtelif kıtalarına yayılmış ve zamanla kendi topluluklarını oluşturmuşlardır. Ve her topluluk, üzerinde yaşadığı coğrafyadan aldığı ilhamla kendi kültürünü inşa etmiştir.
Avcı-Toplayıcı atalarımız, yerleşik düzene geçtikten sonra nüfus hızla artış göstermiş ve artan nüfus oranı ile birlikte küçük topluluklar büyük toplumlara evrilmiştir. Bu da birtakım irili ufaklı kurum, kuruluş, yasa ve yasağı beraberinde getirmiştir.
Kısaca özetlemek gerekirse; küçük topluluklar halinde yaşayan, avlanarak hayatlarını idame ettiren, barınma ihtiyacını ekseriyetle mağaralar vasıtasıyla sağlayan göçebe Avcı-Toplayıcılar, ekip biçen, kentler ve şehirler, beylikler ve imparatorluklar inşa eden, hayatı ve varoluşu yorumlama ihtiyacı duyan insanlarla yer değiştirmiştir. Bununla beraber aynı zamanda Avcı toplayıcılığın sert koşullarına nazaran daha rahat koşullarda hayat süren bu yeni düzenin sakinleri hızla çoğalma yoluna gitmiş, kuşkusuz bu da, bir dizi kuralın yürürlüğe girmesine neden olmuştur. Örneğin insanların güvenliğini tesis etmek için bir yönetici sınıfına ihtiyaç duyulmuş, bireyler arasındaki anlaşmazlıklar ya da suç teşkil edecek davranışlar yasa, yasak ve cezaları zorunlu kılmıştır. Aslında tüm bunlar, ahlâk olgusunun bir parçasıdır.
Fransız düşünür René Descartes‘e kadar süregelen dönemde ahlakın köklerini tinsel uslamlamaya dayandıran insanoğlu, bilimsel teoriler ve birtakım irili ufaklı icatla birlikte, yüzünü iyiden iyiye tabiata çevirmiş, Charles Darwin‘in ortaya attığı Evrim Teorisi ile birlikte bambaşka bir dönemece girmiştir.
Kısacası ahlâk, genetik kontekste insan soyununun devamlılığını sağlayan keskin bir güdüden ibarettir. Daha yalın bir ifadeyle, insanlar, güvenlikleri için biyolojik olarak ahlaklı olmaya programlanmıştır. Doğrusu bununla da yetinmeyip “Kendine yapılmasını istemediğin bir şeyi başkasına yapma” şiarı üzerinden devinim eden bir toplum tasavvuru geliştirmişlerdir. Aynı zamanda basitçe bu, ‘eğer Tanrı yoksa neden ahlâklı olmalıyım?’ sorusuna da yanıt vermektedir.
Kısacası gündelik yaşamın sorunsuz bir şekilde devam edebilmesi için bir dizi ahlaki kuralı gözetmek zorunludur. Bunlar, devlet aracılığıyla yasalar halinde karşımıza çıkar. Toplumsal yaşamda cereyan eden insan ilişkilerinde ise eskilerin adab-ı muaşaret ya da muşaretin adabı dediği yazısız görgü kuralları öne çıkmaktadır. Yani Nietszche’nin tahayyül ettiği gibi, “insanoğlu iyinin ve kötünün ötesine geçene kadar” ya da o bilince ulaşana kadar -Tabii böyle bir şey mümkünse- ahlaklı olmak zaruri bir ihtiyaçtır.
Fakat ne hikmetse şark kültüründe ahlak iki bacak arasında sıkışıp kalmıştır. Şark kültüründe, yetişkin iki insanın beraber olması, yetişkin bir kadının yetişkin bir erkeğin evine gitmesi, çiftlerin ele ele tutuşması, kadınların mini etek giymesi, erkeklerin dövme yaptırması, küpe takması, saçlarını boyatması, bol pantolon giymesi ve daha nice sıradan edim ahlaksızlık olarak addedilmiştir. Bugün bile bu bağnazlığın izlerine rastlanmaktadır.
Ama gel gelelim, dinî bir kurumda vuku bulan asıl ahlaksızlıklar, taciz ve tecavüz gibi sapkınlıklar ‘kol kırılır yen içinde kalır’ darbımeselini ispatlarcasına ört bas edilir. Devlet kademesinde cereyan eden yolsuzluklar, vurgunlar birkaç gülünç açıklama ile geçiştirilir, olayı aydınlatmaya çalışan gazetecilere dava açılır. Ve bu trajikomik hadiseler zamanla ortadan kalkacağı yerde iyiden iyiye toplumun hatırı sayılır bir bölüm tarafından içselleştirilmiş, bir nevi kalıtsal bir hale gelmiştir.
Doğrusu bu durum, E.M Cioran‘ın ‘Çürümenin Kitabı’ adını verdiği felsefî denemesinde yaptığı bir tespiti akıllara getiriyor: “Çöpçüsünden züppesine kadar herkes, cinaî cömertliğinin kesesinden harcar; hepsi, mutluluk reçeteleri dağıtır; hepsi, herkesin adımlarına yön vermek ister: Ortaklaşa hayat, bundan ötürü tahammül edilemez bir hale gelir!”
Örnekten de anlaşılacağı üzere, mahalle baskısının membaı da şüphesiz katı ahlakçılık ve bağnazlıktır.
İnsanların şekillenmesinde aile ve çevrenin etkisi büyüktür. Katı ahlakçı bir ailede büyüyen ve birçok şeyden mahrum kalan kişi, belli bir serbestlikle büyümüş akranlarının yaşamlarına gıpta eder, fakat onlar gibi olmak istediği halde bunu ailevi ve çevresel faktörlerden dolayı yapamaz, arzu ve istençlerini baskılamak zorunda kalır. Dolayısıyla, örselenen ruhlar, katledilen sevgiler, kurutulan kalpler, ipotek edilen benlikler öfke ve kinle kavurulur ve intikâm yemini eder; bu da nefretin hortlamasına zemin sağlar.
Mesela son zamanlarda vuku bulan kadın cinayetlerinde zanlılar değil, bilakis maktüller, yani kadınlar suçlanıyor. Artık klişe haline gelen “O saatte dışarıda n’apıyormuş? Ya da neden erkekle buluşmaya gitmiş?” söylemi sadece erkekler tarafından değil kadınlar tarafından da dillendiriliyor. Yani bu bakış açısına göre kadının geç saatte dışarı çıkması ya da bir erkekle buluşması katledilmesi için yeterli bir neden. Dogmatizm ve katı ahlak kuralları kadınları toplumdan öyle bir dışlamış ki bu saçmalığı kadınlar bile içselleştirmek zorunda kalmış.
Hiç şüphe yok ki, bunlar, edilen intikâm yeminlerinin meyveleri. Ve ahlâk kumkumalığı denen bu mezbelenin biteviye akan lağımıdır.
Oysaki ahlak, son derece değişken ve göreceli bir kavramdır. Bir örnek verecek olursak; Doğu kültüründe haram kılınan alkol, Batı kültüründe sevaptır. Çok eşlilik, Doğu kültüründe normal karşılanırken Batı kültüründe ayıplanmaktadır. (Örnekler çoğaltılabilir)
Kısacası ahlak kavramı, bir çeşit toplum sözleşmesinden başka bir şey değildir. Kültüre göre şekil alır. Zamanla değişir ve farklı bir hale bürünür.
Katı ahlakçılığın birçok maskesi vardır. Bazen ideoloji kılıfına bürünür, bazen din kamuflajına, bazen de mahalle baskısı olarak pençelerini gösterir; ama her halükârda insana hayatı zindan eder.
Sonuç itibariyle, insanlar seçimlerinde özgürdür. Kimin ne giyeceğine, kimin ne yiyeceğine, kimin ne içeceğine kimse karışamaz. Herkes kendinden mesuldür. Evet, neticede ahlak, toplumun sorunsuz bir şekilde devinim edebilmesi ve kamu düzeninin sürekliliği için gereklidir. Keza yasalar ve cezalar da. Bunlar bir toplumun olmazsa olmazlarıdır. En azından içinde bulunduğumuz dünya koşullara göre. Fakat bireysel bağlamda işi abartıp ahlak şovalyeliğine bürünmek gayriahlaki bir edimdir. Ya da daha doğru bir deyişle, düpedüz ahlaksızlıktır!
Ahlaklı insan, düşünen, sorgulayan, empati yapan, ayıp örten insandır. Eziklerin, düşüklerin köle ahlakı hiçbir yaraya merhem olmayacaktır. E.M Cioran‘ın dediği gibi, “içimizdeki yasanın adı vicdandır.”
Ve insan ahlaklı olmaya mahkûmdur.