Ortadoğu’yu özellikle Suriye’de süren savaşı yakından takip eden Gazeteci Ferhat AKTAŞ ile Suriye’de süren savaşı konuştuk. Suriye’de aslında neler oluyor? Olanlar, işin siyasi ayağıyla medyaya nasıl yansıtılıyor? Suriye’de kimler, neyin peşinde? Ve savaşın kazananı ve kaybedenleri…
-Sayın AKTAŞ, son derece karışık bir konuyu konuşacağız. Tamamen kaygan bir zeminde süren bu savaşın yakın takipçisisiniz. Tarafların sürekli olarak değiştiği, olayların sürekli manüpile edildiği bir savaş bu. Savaşın başından beri konuyu yakından takip eden bir gazetecisiniz. Öncelikle bize zaman ayırdığınız için ve değerli bilgilerinizi paylaştığınız için çok teşekkür ediyoruz.
-Suriye’ de yaşanan savaşta gerçek olan ’emperyalist güçlerin çıkarları’ mı yoksa söylenildiği gibi ‘mezhep savaşı’ mı? Öncelikli olarak bu konudaki inancınızı merak ediyorum. Suriye’de amaçlanan tam olarak ne?
Suriye, batılı emperyalist devletlerin ‘Arap baharı’ adıyla laboratuvar muhalefeti şişirdiği, çok uluslu vekil terör şebekelerini tahkim ederek dışarıdan dayattığı yıkıcı bir savaş realitesi yaşıyor. Esasında kuzey Afrika’dan Asya’ya uzanan coğrafya üzerinde söz sahibi olmak isteyen güçlerin ‘daraltılmış dünya savaşının’ somutlaştığı çok denklemli bir alan. Bir tarafta başını NATO devletleri ile onların bölgesel işbirlikçilerinin bulunduğu saldırgan kutup var diğer tarafta direnen Suriye yönetimi, Rusya, İran ve devletaltı direnme hareketleri var. Sahada askeri anlamda varlığı görünür olmasa da Çin’e kadar uzanan bir dizi gelişmiş-gelişmekte olan devletin ‘kesişen çıkarlar’ çerçevesinde ilgili olduğu bir sahadan bahsediyoruz. Suriye, enerji-petrol rezervlerine ulaşım için kontrol altına alınması gereken koridordur. Asırlar önce kıtalar arası ticarette ‘ipek yolu’ nasıl bir önem arz ediyorsa bugünde jeo-coğrafi konumu itibariyle Suriye aynı stratejik önemi taşıyor. Batılı emperyalistlerin tarihsel ironilerilerinin yeniden vücut bulması, Emevist işbirlikçilerini etkin şekilde kullanarak ‘Haçlı seferleri’ düzenlemesi şaşırtıcı değil.
Suriye’yi parçası olduğu Arap coğrafyasında özgün kılan politik rolüyle birlikte okursak, ‘neden hedef alındığını’ daha iyi anlarız. Fransa sömürgeciliğine karşı ülkenin dinsel ve kültürel çeşitliliğinin bağımsızlık mücadelesi temelinde buluşması, Nisan 1946’da bağımsızlığını kazanması ve birleşik Arap cumhuriyeti ülküsüne uzanan karekteri onu diğerlerinden ayıran birincil özelliklerinin başında gelir. Suriye ve Mısır tarihsel açıdan ilerici rol oynayan ulusalcı politik hattın iktidar perspektifi kazandığı iki Arap ülkesi oldu. Kavmiyetçi, feodal ve monarşik ilişkilerin biçimlendirdiği devlet aygıtlarının aksine Suriye ulus-devlet olabildi. Bölgenin kırılgan, dış müdahalelere açık zemini aleyhine koşullar yaratmış olsa bile sınırları cetvelle çizilmiş uydu, petro-dolar devletçiklerine alternatif bir gelişim gösterdi. Bağımsızlığını savaşarak kazandı ve korudu. Soğuk savaş döneminde dengeli bir siyaset yürüttü, Batılı ülkelerin tahakkümünü kabul etmedi, müttefiklik ilişkilerini bağımsızlıkçı paradigmasına göre geliştirdi. Özellikle BAAS ile vücut bulan aşamalı iktidarlaşma 1969-70’le tamamen bu eksene kaymasını sağladı. Bölgeye bir hançer gibi saplanan Siyonist rejimin varlığını tanımaması, onunla savaş halini sürdürmesi, Filistin ve Lübnan direnişlerinin katalizörü olması ‘Siyonist İsrail rejiminin varlığını olmazsa olmaz’ sayan emperyalistler için kabul edilemezdi. İran İslam inkilabı sonrası bölge devletlerinin aksine İran yönetimiyle iyi ilişkiler geliştirmesi, İngiltere-ABD ve Fransa tarafından desteklenen Irak’taki Saddam rejiminin İran’a karşı açtığı savaşta saldırıya uğrayan İran’dan yana tutum alması ve sonrasında iki ülke arasında büyüyen dostluğun emperyalizmin siyonist ve monarşik yapılara dayalı projelerine geçit vermeyen Direniş Eksenini ete kemiğe büründürmesi neden hedef alındığının nedenleri arasındadır. Suriye Araplık onurudur, mazlum halkların güvenli sığınağıdır, anti-emperyalist ve anti-siyonist hareketlerin önde gelen destekçisidir. Bütün bunlar neden ‘küresel mutabakatla’ hedef alındığının özetidir.
Mezhepsel çatışma üfürülen yaygın bir yalan. Böyle bir şey olmadı/olmaz. Sahada kullanılan vekil terör örgütleri emperyalizmin ücretli tetikçiliğini yaparken, gerçek aidiyetlerini maskelemek için, taifeci argüman ve tekfirci söylemler kullanıyor. Hemen hepsi CIA-Mossad-Mı6 aracılığıyla Afganistan, Kafkasya, Ebu Gureyb, Yemen ve Guantanamo kamplarında yetiştirilen azılı unsurların başında olduğu örgütlerin ‘özgürlük, adalet, bağımsızlık ve demokrasi’ diye bir derdi olmadığına göre referans noktaları iğreti Vahabbi ekoldur. Aslında şöyle dersek rollerini daha anlaşılır olur; taifeci maskeleri bir yanılsama aracıdır. Uydurulan sözde ‘din’ adına İslam coğrafyasını kana bulayan, kaotik ortama sürükleyen en nihayetinde İslami alanı terörize etmeye çalışan karanlık odaklardır.
-Baba Esad’ın (Hafız Esad) daha otoriter bir lider olduğu, Beşşar Esad’ın ise Batı eğitimi almış ve ılımlı bir politika amaçladığını biliyoruz. Beşşar Esad, daha demokratik adımlar atarak yaşanan mezhepsel sorunlara çözüm bulmayı amaçlamıştı. Atılan bu adımlara toplumda neden karşılık bulamadı? Hafız Esad sebebiyle biriken ‘intikam’ duygusu, ‘geçmişin intikamı’ mı baskın geldi?
Rahmetli Hafız Esad’ın daha az eğitimli olduğunu söyleyemeyiz. Birincisi, gerekli olan eğitim evrelerinden geçerek Hava Kuvvetlerinde pilot olmuştur. İkincisi, SSCB’ye giderek eğitimine burada devam etmiştir. İmkan ve olanaklar ölçüsünde kişisel gelişimine bakmalıyız. Lazkiye kırsalında yaşayan yoksul bir ailenin çocuğu olarak birazda zorunluluktan dolayı askeri okulu tercih eden, yükseldiği tüm rütbeleri hak ederek kazanan, modern Suriye tarihine adını yazdıran bir lider olmaya uzanan yaşamsal pratiği öğreticidir. Eğer Suriye bu denli büyük bir saldırganlık karşısında diz çökmediyse direncin dayanağını cumhuriyetin temellerinde aramak gerekir. Özellikle de Hafız Esad’ın müthiş öngörüleri ile kurumlaştırdığı ittifak ve savunma tarzının hayati önemi bugün daha iyi anlaşılıyor.
Üstlendiği liderlik misyonuna dönemin verili koşullarını göz önünde bulundurarak eleştirel yaklaşmalıyız. Batılı sömürgeci devletlerin baskısı, gerici Arap rejimlerinin feodal ilişkiler üzerinden müdahaleleri, Siyonist İsrail’in saldırganlığı, Batı destekli Saddam rejiminin İslami İran’a karşı başlattığı savaş, Filistin ve Lübnan sorununun yarattığı basınç, Türkiye’de toplumsal kutuplaşma ve darbeler gerçeği…İşte böylesi bir sorunlar yumağı haline gelen bölgede Hafız Esad olağanüstü şartlara teslim olmadan Suriye’yi kendi ayakları üzerinde durabilen bir ülke haline getirdi. Bakın, Hafız Esad’ı ‘yeşil kuşak projesinin’ ürünü işbirlikçi siyasal İslamcılar sevmezdi çünkü yıkıcı faaliyetlerine izin vermedi, terör kartını kullanan, kanlı katliamlar gerçekleştiren Müslüman Kardeşler Örgütü’ne (MKÖ) meşru temelde hak ettikleri cevabı verdi. Ülkenin bir arada yaşam bünyesini sakatlayan MKÖ’nün Hama merkezli silahlı kalkışmasını bastırdı, vücut bulduğu noktada irin bağlayan mikrobik hastalık sökülüp atıldı. MKÖ’den Kaide-İŞİD’e yelpazenin parçası terör şebekelerinin güncellediği histerik öfke rahmetli Hafız Esad’ın takdiri hak ettiğinin ilanıdır.
Suriye’de biraz önce de belirttiğim gibi mezhep çatışması olmadı. Seküler bir ülkede mezhepçi saiklerle hareket eden bir iktidar gücü olabilir mi? Hem azınlık olacaksın, hem globalist güçlerin hedefinde olacaksın, hem de çoğunluğa rağmen ayakta durabileceksin. Buna ancak ‘at gözlüğü’ takanlar inanır. Nüfusunun %70’ini Sünni aidiyetli halkın oluşturduğu bir ülkede ‘Alevi diktatörlüğü’ var demek gerçeklerle alay etmektir. Nasıl oluyor da ‘Sünni’ Şam, Halep, Hama, Humus, Deraa, vb., mevcut yönetimin yanında duruyor, teröristlerin işgal ettiği ‘Sünni’ İdlib, Rakka ve Deyrezzor kırsallarından milyonlarca Sünni halk ‘Alevi’ Lazkiye ve Tartus şehirlerine göç edebiliyor ve ezici çoğunluğu Sünni aidiyetli askerlerlerden oluşan Suriye Arap Ordusu on binlerce şehit ve yaralı vererek vatan savunmasını sürdürebiliyor? Cumhurbaşkanı Beşşar Esad’ın Alevi kökenli olması devletin karakterini etkilemez. Başkanın kendisi seküler bir anlayışa sahip ve mezhepsel ‘kırmızı çizgisi’ yoktur. Ülke bileşkesi kültürel farklılıkları, alt kimlikleri kucaklayıcı bir politik misyonu vardır.
Mezhep-meşrep penceresinden bakarak ezbere okumalar yapanlara şunları hatırlatmalıyız; Suriye’de kişinin Alevi, Sünni, Şii, İsmaili, Dürzi, Hristiyan aidiyeti ‘inanç özgürlüğü’ kapsamı dışında kimseye ayrıcalık sağlamaz. Mezhepçilik yapmak hem kanunen suç, hem de toplumsal ilişki alanında ayıplanır. Batı ve bölge devletlerinin safsata iddiasına göre, Suriye’de bir ‘Alevi rejim var’ ama Başbakan, Genel Kurmay Başkanı, Meclis Başkanı, Bakanların, Milletvekillerinin ve Valilerin çoğunluğu Sünni aidiyetli. Ülkenin en varlıklı, nüfuz sahibi aileleri nedense Sünni ve ticari sektörler onların elinde. Bölgenin sosyolojik ve teolojik gerçekliğinden kaynaklı Türkiye’deki duruma benzer resmi dini kurumlaşması Sünni esaslı. Türk DİB’i ile paydaş rol üstlenen Evkaf (Vakıflar) Başkanlığı ve Müftülük kurumu Sünni İslam anlayışına göre faaliyet gösteriyor. Ülkenin bütün Camileri, mescitleri, İlahiyat okulları devlet bütçesiyle inşa ediliyor, müftü, imam, hoca, müezzin, vs., maaşlarını devlet karşılıyor. Eğitim kurumlarında (Hristiyan öğrenciler hariç) Müslüman öğrencilere Sünnilik esaslı din eğitimi veriliyor. Ki, buradan bakınca bu süregelen durumu adaletsiz bulduğu mu ifade etmeliyim.
Peki, Aleviler, bu tablonun neresinde?
Söyleyeyim; hiçbir yerinde. İktidar ilişkilerinden uzak duran, inanç alanını dışarıdan müdahalelere kapalı tutan, devletten tek kuruş bile almadan lokal inanç kurumlarını yaşatan Aleviler mezhebi realiteyi politik tahakküm ilişkilerine payanda yapmıyor, kimseye bu anlamda bir şey dayatmıyor. Vatanseverlik bağıyla ülkelerine bağlı Alevileri başka şekilde okuyanlar ya cahil ya da artniyetlidir. Savaş koşullarında fabrikasyon iddialara kulak kabartmamak gerekir. Gördüğümüz ilkel intikamcı dürtüler karanlıktan beslenenlerin aydınlıktan duydukları korkunun tezahürüdür. Gerisi laf-ü güzaf…
-Şu an saha yani Suriye’deki savaş alanı tamamen karışmış durumda. En son kimyasal saldırı olayı…Herkes sahadaki dengeleri kendi lehine çevirmeye çalışıyor. Kimyasal saldırının içeriği hakkındaki yorumunuzu merak ediyorum. Tam olarak ne amaçlandı?
Askeri anlamda dengeler 2014’ten itibaren Suriye Ordusu ve müttefik kuvvetlerin lehine dönmüştür. Bugün geri dönüşsüz vekil teröristlerin ciddi açmaz, kayıp ve yenilgiler yaşadığı stratejik zaferler aşamasındayız. Asil güçlerin sınır aşırı müdahaleleri olmasa bir seneye kalmaz tarihi hezimetle yüzleşirler. Hatırlarsanız; 2012-13 yılları sözde devrimin en şatafatlı algı operasyonuna malzeme yapıldığı kritik yıllardı. Atlantikçi gladio’nun tetikçileri ‘tağut’ rejimi sarsıyor, Bilad-ı Şam toprakları Safevi, Nusayri, Mecusi düşmandan temizleniyor, Cihat ehli Muhacir ve Ensarlar akın akın ‘mübarek kurtuluşu müjdeleyen Cuma’ya’ şahitlik edebilmek için Şam’a yürüyordu. Gerçi on binlerce muhacir ve ensar saçma sapan hesaplamanın kurbanı oldu, ilan edilen kurtuluştan bir önceki Cuma bir türlü gelmedi. Türkiye’de iktidar çevrelerinin motivasyonu sahaya sürülen lejyonerlerden farklı değildi. Devletin tepesine çöreklenen politik unsurlar “3 ay içinde Şam’ın Emevi Camisinde şükür namazı kılacaklarını’ öngörüyordu. Her hafta Cami önlerinde toplanan bağnaz kalabalıkların tiyatral gösterileri akıllardadır.
Velhasıl Şam’ı düşürme motivasyonundan geriye periyodik olarak ağlaşma ayinine çevirdikleri ‘öldük, bittik, öksüz kaldık’ kampanyaları kaldı. Şam’ın banliyölerinden kent merkezine nasıl gireceklerinin planlarını özgüvenle paylaşan ‘mücahitler’ şimdilerde Türkiye sınırına yakın bölgeleri ‘zalim Esed’den’ nasıl koruruzun feveranı içinde. Libya modeli bağlamında geçici başkent olarak gördükleri Halep’i kaybeden vekil terör şebekelerinin iktidarı devirme imkan ve koşulu kalmamıştır. Mevcut kapasiteleri ile dengeleri değiştiremez ve işgal ettikleri bölgeleri uzun vadede tutamazlar. İlk iki yıl içinde ciddi kayıplar veren hantal, deneyimsiz ve donanımsız ordu ve savunma güçleri yok artık. Dikkat ederseniz; muharip güç anlamında sayıca az profesyonel birliklerle önemli başarılara imza atılıyor. Suriye Ordusu bugün çöl, kırsal, tepe, tünel, kent, sokak, mevzi-mevki savaşında dünyanın en elit orduları arasında yer alıyor.
İdlib Han Şeyhun’daki kimyasal iddiası teröristlerin Hama kuzey kırsalına yönelik başlattıkları büyük saldırının başarısızlığının kesinleştiği, Suriye Ordusu ve müttefik kuvvetlerin İdlib’i çevreleyen alanlara takviyeler yaptığı, Halep’in doğu kırsalını IŞİD’li teröristlerden temizlediği ve Rakka yönüne doğru hamle insiyatifi kazandığı aşamada büyük yaygara koparılarak gündeme getirildi. Halep yenilgisiyle birlikte demoralize olan, saflarında çözülmeler yaşayan, mitoz bölünme handikabını aşamayan vekil güçlerin sahibi asil güçlerin sahaya dönük korsanvari müdahalesinin bahanesidir. Suriye Ordusu ne dün ne de bugün kimyasal bomba kullandı. Kendisine karşı kimyevi zehir içeren silahlar kullanıldığı halde kullanmadı. 2013-14 yılları arasında, stoklarındaki kimyasal maddelerin ülke dışına çıkarılarak imha edilmesini koşullayan anlaşmaya sadık kaldı. Bugün ise hiçbir kanıt ortaya koyamayan ABD-AB devletleri ve bölgesel işbirlikçi rejimler acemice sahnelenen kimyasal senaryosu üzerinden direnen Suriye yönetimini köşeye sıkıştırmaya çalışıyor. Bir kere kimyasal yaygarası koparan, Suriye’ye askeri müdahale çığırtkanlığı yapan devletlerin şu soruların cevabını vermeleri gerekir; kimyasal iddiasını ortaya atan El Kaide’nin Suriye kolu Nusra Cephesi örgütüne (Tahrir Şam) duyduğunuz bu yakınlık sizin terör destekçi olduğunuzun bir ifadesi değil mi? Geçerli tek sermayesi terör olan bir örgütün kendi medya kaynakları üzerinden servis ettiği düzmece görüntüleri araştırma gereği duymadan savaş tamtamları çalmalarının mantıklı tek gerekçesi var: rezil senaryoyu ABD yazdı, kısa bir süre önce Oscar ödülüne layık gördüğü El Kaide bağlantılı ‘Beyaz Miğferliler’ şebekesine oynattı.
2013 yılında da, benzer bir kampanya başlatmış, Doğu Guta’da kimyasal bomba kullanıldığını iddia etmişlerdi. Ancak yalanları deşifre olunca suskunluğa gömülmüşlerdi. Han Şeyhun kasabasında, kimyasal olayının yaşandığı noktaya bağımsız ve güvenilir bir heyetin gitmesi yönünde Rusya, Suriye ve İran devletlerinin yaptığı çağrılara muhattap devletlerin verdiği isteksiz cevaplar meselesinin kimyasını özetliyor. Han Şeyhun’da, Nusra Cephesine ait yeraltı sığınakları hangi amaçla kullanıyor, yeraltı depoları Türkiye üzerinden getirilen kimyevi maddelerin istiflendiği ve bomba yapımında kullanıldığı atölyeler mi? Ayrıca askeri amaçlı kullanılan yeraltı depolarının bulunduğu noktada çocukların olması (eğer sonradan oraya taşınmadılarsa) akla yatkın gelmiyor. ‘Sarin gazı’ zehirlenmesi deniyor ama onlarca kişi orada çıplak elle müdahale edebiliyor, maskesiz veya bez parçası uyduruk maskelerle ‘zehiri’ soludukları halde ölmüyorlar. Saçmalık. Kimyasal kurgusunu Suriye’ye yönelik füze saldırısına gerekçe yapan ABD yönetimi bir kez daha terörün baş hamisi olduğunu gösterdi. Ancak kirli amaçlarına ulaşamadılar. Onlar saldırdıkça Suriye halkı Ordu ve Liderliğinin etrafında daha çok kenetleniyor. Han Şeyhun kurgusuna yaslanarak dünyayı ayağa kaldıran emperyal güçlerin ve yönlendirdikleri kamuoyunun geçtiğimiz hafta Nusra Cephesinin hunharca katlettiği Fualı 184 vatansever sivil için tek kelime etmemeleri iki yüzlü, alçak ve ahlaksız olduklarının en dolaysız yansımasıdır.
-Türkiye’nin IŞİD’e karşı koalisyon güçleriyle savaş verdiği söyleniyor. Bir taraftan da Avrupa ülkelerindeki saldırılarda, saldırganların yolunun bir şekilde Türkiye’den geçtiğini hatta bazılarının Türkiye’ye geldikten sonra radikalleştiği iddiaları var. Biz sahada gerçekten kiminle savaşıyoruz? İddia edildiği gibi IŞİD’le mi?
Türkiye yönetimi (biz saray rejimi diyelim) 6 yıldır kiminle savaştığını görmek isteyen herkese gösteren bir zeminde değil mi? Saray rejimi, Suriye yönetimini devirmek için akıl almaz yollara başvuruyor, terör irtibatlı ilişkilerle çığır açıyor ve topraklarını örgütlere cephe gerisi olarak kullandırıyor. Himaye ettiği silahlı örgütler başından beri Suriye Ordusuna karşı savaşıyor. Yine Kürt savunma güçlerine karşı bunları kullanıyor. Dönemsel olarak kimi öncelikler yer değiştirse de, 6 yıldır değişmeyen stratejik hedefleri; Suriye yönetimini devirmektir. Saray rejiminin mezhepçi saplantıları kroniktir, bu nedenle sürekli güncelleniyor. Şam’a sirayet edemediği için de bugün ülkeyi bölmeye gayret ediyor. IŞİD, Nusra Cephesi, Ahrar’uş Şam, vb anılan örgütlerle savaştığını görmedim. Türkiye, Selefi İslamcı örgüt ve tarikatların iktidar olanaklarından yararlanarak yaygın şekilde örgütlendiği bir ülkedir. Türk kimlikli binlerce unsur Suriye ve Irak sahasına gitti, çeşitli silahlı örgütlerin saflarında savaştı/savaşıyor. Burada organize olup gidiyorlar. Binlercesi öldürüldü, yaralandı. Suriye ve Irak’ta radikal örgütlerin eğitim kamplarında yetişen binlerce kişi geri dönüp Türkiye’nin dört bir yanında örgütsel faaliyetlere devam etti. Türkmendağı ve Halep kampanyalarında günlerce sokakları dolduran, provokasyon düzenleyen kalabalıklar vurguladığımız odakların çekim alanındadır. Lümpen karakterli İslamcı hareketler son yıllarda ciddi anlamda manipüle edildi, Selefi örgütlere eklemlendi. Ortaya çıkan mevcut tablonun neye hizmet ettiği görülüyor. Farklı ülkelerde gerçekleşen terör saldırılarında, Türkiye’nin olağan şüpheli sayılması istisnai bir durum olmaktan çıkalı çok oldu. Sebepsiz de değil. Ayrıca geçmeden konu bağlamında şunları söylemeliyim; Türkiye’nin toplumsal fay hatlarını kırılgan hale getiren başlıca sorun kaynağı anılan İslamcı dinamiklerdir. Alenen kendileri dışındaki kesimleri tekfir eden bu dinamikler tasfiye edilmeden normalleşme süreci yaşanamaz.
Peki, rejimin böyle bir iradesi var mı?
Olmadığı kanaatindeyim.
-Peki IŞİD’in oluşumu hakkında neler söyleyebilirsiniz? IŞİD, Suriye’de yaptıklarını Türkiye’ye de yapacak noktaya gelir mi? Suriye savaşının Türkiye üzerinde bıraktığı izlerden ve etkilerden nasıl temizleneceğiz? Ülkemizin geleceğini nasıl yorumluyorsunuz?
IŞİD dediğimiz devlet altı örgüt El Kaide’nin bir uzantısıydı. Öncesi bir yana Ürdünlü Musab ez-Zerkavi’nin başını çektiği Irak El Kaidesi zamanla biçim değiştirerek, Ebubekir el-Bağdadi’nin başını çektiği İslam Devleti (İD) adını aldı. TCC, IİD, IŞİD ve İD aynı yapının farklı zaman dilimlerinde kullandığı örgütsel isimlerdir. İlk ikisinde küresel Kaide ağının parçasıyken, son ikisinde kendini merkeze yerleştiren çizgisiyle yoluna devam etti. Suriye sahasındaki Nusra Cephesi de kendi bünyesinin bir hizibi olarak ortaya çıktı. Örgütün önde gelen kadroları ABD yetiştirmesi cihadist unsurlar ile Saddam rejiminin artığı eski ordu mensuplarıdır. Örgüt Irak’ta ortaya çıkmasına rağmen işgalci ABD güçlerine karşı tek bir silahlı eylemi olmadı. Mezhepsel bölünmeyi derinleştirme temelinde Şii Müslümanları ve Hristiyan Arapları hedef aldı.
Suriye sahasına girişi ‘rejim değişikliği’ projesinin bir ürünüdür. Örgüte hem ABD-AB devletleri, hem Türkiye-Suudi Arabistan-Katar, hem de Siyonist İsrail rejimi destek verdi. 2012-13-14 yılları boyunca diğer vekil örgütlere oranla en fazla onun reklamı yapıldı, ‘muhalif’ etiketiyle tahkim edildi ve Suriye’ye komşu ülkelerin sınırları sonuna kadar ona açık tutuldu. Örgüt vahşete yeni vahşet halkaları eklerken, destekçi olan devletler yarattıkları canavardan övünç duyuyordu. Hatırlarsanız; Türkiye’deki egemen çevreler onu “Sünni hareketin lokomotifi” olarak değerlendirmelere konu ediyordu. Türkiye toprakları örgüte katılımda istasyon gibi kullanıldı. Özellikle Kafkas kökenli kadrolar buradan Suriye’ye yönlendirildi.
Bir bumerang etkisi yaratan IŞİD-İD’i anılan devletler tasfiye etmez. Sözde IŞİD karşıtı koalisyon kurmalarına hak etmediği anlamlar yüklememek gerekir. Batılı emperyalistler ve bölgesel işbirlikçileri IŞİD ile mücadele adı altında bölgeyi daha fazla istikrarsızlığa sürüklemeye çalışıyor. Bahane IŞİD ama icraat Genişletilmiş BOP’a soluk aldırmak. Anılan bu devletlerin tamamı Suriye yönetimini yıkmaya ayırdıkları enerjinin 10/1’i bu örgütün zayıflatılmasına harcasaydı şimdiye kadar çoktan marjinalize edilirdi. Ancak belirttiğim gibi cihadist terör örgütleri kullanışlı araçlarıdır ve ondan kolay kolay vazgeçmezler. Hasan el-Benna ve Seyit Kutup’un şekil verdiği İhvan-i Müslimin hareketinden El Kaide çıktı. Usama bin Ladin’in El Kaidesinden IŞİD-İD çıktı. Ebubekir el-Bağdadi’nin IŞİD-İD örgütü neye dönüşür göreceğiz…Ayrıca örgütün ideolojisi Vahabbiliktir. Yani Suudi Krallığının resmi dini ideolojisinden besleniyor. Bataklık kurutulmadığı sürece bataklık böcekleri hep olacak.
IŞİD Türkiye’de Suruç, Ankara Garı, Antep, Sultanahmet ve Reina katliamlarıyla operasyonel süreçlere hizmet etti. Paradoks şudur; IŞİD Alevilere, Şiilere, Kürtlere, solculara, Hristiyanlara, Suriye ve Irak ordularına karşı saldırılar düzenlediği müddetçe ‘mücahit’ oluyor ama bumerang etkisi yaratıp kendilerine dokunuyor gibi olduğunda ‘terörist’ ilan ediliyor. IŞİD’e karşı olup aynı zihniyetin parçası Nusra Cephesini desteklemek tezatlığın başka bir bariz ifadesidir. Türkiye’de selefi terör bağlamında toplumsal farkındalık bilinç sıçraması yaratır, dini alanın kamusal alan üzerinde kurduğu teo-psikolojik baskı zayıflatılırsa işte o zaman negatif etkileri minimalize edilebilir. Burada meselemiz bir sınıf veya zümrenin meselesi değildir. Konsensüs çeperinde en geniş kesimlerin ortaklaşması gerekiyor.
-Suriye’de Emevi Camisi’nde henüz namaz kılamadık, sizce hükümetin bu hayallerini gerçekleştirme ihtimali kaldı mı? Bu bataklık ne zaman temizlenir ve kim, ne elde ederse Suriye’den kazançlı çıkmış olur? Yani bu savaşın kazananı kim olur ve daha ne kadar sürer bu kargaşa?
Türkiye’de saray rejiminin kadroları arasında Şam’ın Emevi Camisine niyetlenen kaldıysa kartpostallara bakarak hasret giderebilir çünkü o iş bitti. Suriye halkı yaşadıkları büyük yıkımın baş sorumluları arasında Türkiye’nin saray rejimini görüyor. Elbetteki halklar arası bir düşmanlık söz konusu değil ancak Türk politikacıların Suriye’ye özellikle de Şam’a ayak basması öngörülebilir bir geleceğin konusu olamaz. İki ülke arasındaki ilişkiler saray rejimi varlığını sürdürdüğü sürece normalleşmez. Er ya da geç Suriye yönetimi bu savaşı nihai olarak kazanacak. Tüm ülke topraklarını vekil terör örgütlerinden temizleme iradesinde bir eksilme ve esneme yok. ABD, Fransa, İngiltere, Türkiye, Suudi Arabistan, Katar ve İsrail’in yenilgisini tarih yazacaktır.
-Rusya ve İran, Suriye’ye destek verene kadar Esad’ın aleyhine gelişen bir durum vardı. Ancak Rusya ve İran’ın savaşa dahil olması savaşın seyrini değiştirdi. Peki sizce onların bu savaştan desteklerini çekme ve ABD ile anlaşma ihtimalleri var mı?
Bunu şu açıdan soruyorum, Putin’in özellikle Trump’ı desteklediği ve hatta Trump’ın kazanması için ABD’de yaşanan seçim sürecine bir şekilde etki ettiğine dair iddialar ortaya atıldı. Putin ve Trump ‘ortak çıkar’da buluşarak Suriye’nin tamamen harcanmasına yol açarlar mı? Suriye, Yemen gibi kendi kaderine terk edilir mi?
Ne Rusya ne de İran Suriye’den vazgeçmez. Komplo teorilerine fazladan mesai harcamamak gerekir. Savaşın en çetrefilli ve konjonktürel yenilgilerin yaşandığı aşamalarında geri adım atamayan müttefik devletler şimdi neden stratejik zaferler aşamasına geçilmişken saf değiştirsin? Her 3 devlet arasında arka planı köklü, karşılıklı saygı ve çıkar temelinde güçlenen ve pratik sahada birbirini tamamlayan ilişkiler var. Suriye direnişi Rusya ve İran’ın lehinedir. Eğer küresel mutabakata dayalı saldırganlık sonuç verseydi ve Şam düşürülseydi puzzlenin parçaları Rusya, İran, Çin ve direnme hareketleri daha büyük kasırgalarla karşı karşıya kalırdı. Suriye’nin müttefikleri savaş koşullarını niteliksel olarak etkileyen desteklerini ülkenin yeniden inşası süreçlerinde de artırarak devam ettirecektir. Suriye’nin yalnızlaşacağını sananlar hayal görüyor.
Yemen nasıl bu hale geldi?
Bağımsızlığını korumak isteyen yoksul Yemen halkının Suudi Arabistan’ın başını çektiği gerici rejimler tarafından alçakça saldırıya uğramasıyla 3 yıldır ülkede ciddi bir yıkım yaşanıyor. 2015 yılında ‘yönetememe krizine’ çare bulamayan devrik Cumhurbaşkanı Mansur Hadi istifa etti ve ardından Suudi Arabistan’a kaçtı.
Hadi, 2012 yılında, ülkedeki politik taraflar arasında varılan anlaşma çerçevesinde tek başına girdiği seçimde Cumhurbaşkanı seçildiği halde bağımsız bir duruş sergilemek yerine Suudi Krallığına bağımlı bir tavır takınarak ülkeyi krize sürüklemişti. Kendisine muhalefetin sunduğu koşullu desteği hiçe sayarak adım adım ülkeyi Suudi Arabistan’a peşkeş çekmeye soyundu.
Mansur Hadi’nin iki yıl süren Cumhurbaşkanlığı döneminde, El Kaide’nin güç kazanması ve işgal alanlarını genişletmesi, Suudi Arabistan, Hadi yönetimi ve El Kaide (Tanzim el-Kaide fi Cezire el-Arab) arasındaki ilişkinin bir ürünüydü. Mansur Hadi son kertede istifa ederek kaçmak zorunda kaldı ve 2015 yılında başkent Sana milyonların sokaklara döküldüğü halk hareketiyle Halk Komitelerinin kontrolü altına girdi.
Yemen halkının gerçek temsilcileri hiçbir boşluğa mahal vermeden yeni hükümeti inşa ederek yoluna devam etti. Yemen Ordusu da yeniden yapılanma sürecinde vatansever bir pozisyon aldı, Halk Komiteleriyle gücünü birleştirdi. Ülkenin en büyük ve dirayetli gücü Ensarullah Hareketi ile bir önceki Cumhurbaşkanı Ali Abdullah Salih’in partisi bu dönemi omuzlayan politik aktörler oldu. Ancak bir süre sonra Suudi Arabistan’a sığınan Mansur Hadi trajikomik bir şekilde istifadan vazgeçtiğini, Yemen’in tek meşru lideri olduğunu söyledi daha doğrusu Suudi Krallığının yaklaşımını ifade etti.
Yoksul Yemen’e diz çökertebileceğini düşünen Suudi Krallığı ABD ve Siyonist İsrail’in de tam desteğini arkasına alarak bir dizi devletle birlikte Yemen’e karşı “Sünni koalisyon” oluşturdu. Şii-Zeydi kökenli halkın örgütlü gücü Ensarullah’ı bahane ederek ülkeyi bombalamaya başladı. Hiçbir hukuk tanımadan, sivil-asker ayrımı yapmadan katliamlar gerçekleştirdi, ülkenin altyapısını ciddi zararlara uğrattı, ambargoyla açlığı dayatıp halkı teslim almaya çalıştı. 12 bin kişi yıllardır düzenlenen hava saldırılarında hayatını kaybetti, 20 bin kişi yaralandı. Yüzlerce fabrika ile halkın yaşamsal temel gıda ihtiyaçları için hayati önem arz eden tarımsal alanlar yok edildi. Tam anlamıyla meseleyi ilkel intikamcı bir bakış açısıyla ele alıp, ‘yok et/yok et’ çılgınlığına vardırdı saldırganlığı. Tabii Suudi Arabistan ile yapıcı ilişkileri olan ‘uygar-medeni Batı ile vicdan müptelası kamuoyları’ orada yaşanan vahşeti görmezden geldi/geliyor. Fakat yoksul Yemen halkı yalnız ve sahipsiz değildir. Bölge halkları ve direnen güçler onların haklı savaşımlarının yanındadır. Suudi Krallığı ve işbirlikçilerine karşı Yemen Ordusu-Halk Komiteleri-Ensarullah Hareketi işgalci kuvvetleri açmazdan açmaza sokan şanlı vatan savunmasıyla direnişin kazanacağını gösteriyor.
Derya Havin GÜNGÖR
(Havin Hivda)