İktidar ve öfori
Gerçekten bu ülke bu kadarını hak etti mi? Yani şu son -neredeyse- 20 yılı bu şekilde geçirmek kaderimiz miydi?
Eskiler gün yüzü görmediler; savaş, yıkım, kurtuluş, yokluk, cümle musibeti bir arada yaşadılar, öldüler, geride pek de neşeli hikayeler bırakmadılar. Yine de bir mücadele, hatta yedi düvele karşı var olma (beka) savaşı verdiler. Düşünün ki buradan bakınca Demirel bile sevimli geliyor.
Hep korktuğum bir şey var. Bu zamanlar geçer. Zaman hep geçer. Ama bundan 30 yıl sonra oğlum ben yaşa geldiğinde, işler umarım bugünkünden daha farklı olduğunda ona ne anlatacağım? ‘Lost’un sonu gibi mi diyeyim: Çok iyi başladı sonra fena bozdu.
Anlıyorum. Cumhuriyet -birincisi- köy enstitülerinde -abartıyorum- vals yapan yurttaşlar hayal ediyordu belki… Olmadı. Kişisel olarak keşke olsaydı diyebilirim ama bir o kadar da olmayacağını görebilirim. Ülkenin, coğrafyanın, sırf durduğu yer yüzünden Doğu ile Batı’nın eninde sonunda burada hesaplaşmak zorunda kalacağını öngörebilirim.
Süper kaba bir bakışla seküler pozitivist Cumhuriyet projesi bir noktada gerici-islamcı ruh haline -çünkü fikirden çok ruh halidir o- toslayacaktı. Tosladı da. İster 1950’den ister 1980’den ya da dilerseniz 2002’den hatta iyisi mi tüm gerici mücadelenin her çıkış noktasından kerteriz alın fark etmez; kaçınılmaz olan yaşanmak zorundadır. Günün sonunda bu toplumun dinamikleri tırnak içinde seküler pozivitistleriyle yine tırnak içinde müslümanları karşı karşıya getirmek durumundaydı. Bu da tamam.
Bu ülkenin örgütlü müslümanlarını uzun zamadır tanıyorum. İlk Yeni Şafak zamanlarından, Bosna’da giriştikleri işlerden, Çeçenistan maceralarından, edebiyat günlerinden, yayınevlerinden, Beyazıt Meydanı kaset tezgahlarından, kafakol evlerinden, barter sistemlerinden, bankalarından, Tahtakale’de hanlarda düzenlenen sohbet ortamlarından, İhlas Armutlu laboratuvarlarına kadar hemen her deneyimlerini -daha sayamayacaklarımı da ekleyelim- gözlemliyorum. İkiyüzlülüğün, takiyenin, amaç için her yolu mübah saymanın nasıl neredeyse genetik bir kod haline dönüştüğünü, herkesin bildiği bir sır gibi, toplumun kılcal damarlarına işlediğini hep birlikte görmedik mi?
Ben diyeyim 1950, siz dilediğinizce geri gidin. Bunca zamanınız vardı. Düşünmek, konuşmak, okumak yazmak, eylemek, örnek olmak için; bunca zaman… Sağlam bir gelenek, teori ve ideoloji yaratmak için bol bol zamanınız vardı. Bu mudur yani? Hiç mi tarih okumazsınız, hiç mi sosyolojiyle ilgilenmezsiniz, hiç mi içinde yaşadığı toplumu okuyabilecek aydınlar yetiştirmezsiniz; bu kadar düşkün, itkisel, cahil, güce tapar, burnunun ucunu görmekten aciz olmak zorunda mıydınız? Anadolu gibi neredeyse tüm bilinen tarihin beşiğinde yaşarken, bunca zenginlik içinde zihin dünyanızı bu kadar fukaralaştırmayı nasıl başardınız?
Sonunda gelinen noktaya bakın. Kılıçdaroğlu’nu hırpalayıp, bundan siyasi avantaj elde edebileceğinizi düşünecek kadar tekinsiz bir öfori; çoğunlukla travmaya dayalı, mesnetsiz, aslında orada olmayan bir zafer kazanmışlık, kendini olumlama, hoşnutluk ve hatta orgazm hali… Tanıdık geldi mi?
Yerel seçim yenilgisi iktidarın içinde yüzdüğü öfori halini sarsmış, ancak tahmin edileceği üzere kendine getirmek yerine histeri halini tetiklemiş görünüyor. İktidarın olay anında gösterdiği refleks ve sonrasında birbiri ardına yapılan açıklamaların da işaret ettiği gibi bunun münferit bir durumun ötesinde olduğu, önümüzdeki sürecin her an kontrolden çıkmaya teşne bir şiddet -gerek kolluk, gerek paramiliter ve gerek yandaş kanalların kışkırttığı kalabalıklar eliyle- haline dönüşebileceğini beklemek hiç de yanlış olmaz.
Her türlü inanç daha en başından keskinleşmeye, keskinleştikçe manüple edilmeye ve sonunda çevresini de yakıp yıkmak pahasına kendini yok edecek çılgınlık noktasını aşmaya yol alır. Bu son olay -ne çok yaşandı bunlardan- bir kere daha göstermiştir ki, tarihin bu dramatik yol ayrımında bu güzel ülke hızla kesif bir karanlığın hakimiyetine kontrolsüzce savrulmaktadır.
Ülkenin bir yarısı basitçe Birleşmiş Milletler İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi çerçevesinde yaşamak ve yaşatmak isterken -iktidar söylemiyle- diğer yarısı ne olduğu belirsiz hamasi, içi boş bir ‘biz’ tanımlamasıyla kalanı üzerinde neredeyse denetimli serbestlik şartları dayatmaktadır. Bu algı böyle kaldığı sürece verili durum haline dönüşme tehlikesi barındırmakta ve yaşananlar bu görüşü pekiştirir niteliktedir. Bu tespitle yapılması gereken ilk iş bu algıyı etkisiz kılmaya yönelik politikalar geliştirmek ve hızla uygulamaya koymak olmalıdır.
İktidarın tam da korktuğu gibi el değiştiren belediyeler eliyle toplumun tümüne başka bir yol daha olduğunu bıkmadan usanmadan göstermek etkili bir başlangıç olabilir.
Mustafa Necati YILDIRIM