İktidarın dış siyaset açmazı: Libya serüven…
İktidar partisi AKP yapısal karakterinin bir ürünü olarak farklı kurgu ve senaryolar üzerinden saldırgan dış siyasetine yön veriyor. 2011 öncesi ve sonrası olarak ayırırsak, izlediği siyasetin muhtevası daha net anlaşılır. 2003, Irak işgali döneminde ABD yanlısı tutumuyla sonraki yıllarda üstleneceği rolün rengini yansıtsa da özellikle ülke içinde estirilen sanal lakırdıların etkisiyle bir müddet gerçekliğin tartışılmasının önüne geçebildi. ‘Askeri vesayetle hesaplaşma, AB’ye tam üyelik, açılımlar ve demokratikleşme’ gibi çeşitli yanılsamalar yaratıp iyiden iyiye merkeze yerleşmenin yolunu açmış oldu. Sıralanan süreçlerde dış politika alanında da benzer makyajlara ihtiyaç duyuldu. ‘Komşularla sıfır sorun, bölge ülkeleriyle ekonomik entegrasyon, gönül coğrafyasıyla barışçıl ilişkiler, İslami ülkeler arasında vuku bulan ihtilaflara çözüm üretme odaklı rol-model olma’ iddiası gibi sahte yaklaşımlarla pratik adım adım örüldü.
2011’de iktidarının kurumsallaşması hamlelerini dönemsel ortağı Fetullah cemaatinin onlarca yıla yayılan bürokratik gücüne yaslanarak büyük ölçüde tamamlayan AKP, tabi olduğu emperyal bağımlılık ilişkilerinin ona yüklediği role uygun şekilde, yapısal özelliğini açıktan konuşturdu. Bu rol kendi ifadeleriyle tekrarlarsak; “Büyük Ortadoğu Projesi (BOP) Eş Başkanlığı’’ idi. Libya ilk saha deneyimleri olacaktı.
Başlangıç itibariyle Libya meselesinde ‘tarafsız’ ülke imajı çizen Türkiye, bu süre zarfında daha sonraki yıllarda da sergilediği gibi, iki yüzlü diplomasi trafiğine geçerlilik kazandıracaktı. Muammer Kaddafi’nin başında olduğu Libya Arap Halk Sosyalist Cemahiriyesi‘ne karşı Batılı emperyalist devletlerin planladığı darbe sistematiği ve uluslararası askeri müdahale süreçlerine bölge dışı İslami bir ülke olarak negatif etkisini en fazla hissettiren adres Türkiye oldu. AKP iktidarı burada Batılı emperyalistlerin işlettiği yıkım projesine yedeklenerek onlar adına dönemin Libya yönetimiyle görüşmeler gerçekleştirdi, kendilerinden teslim olmalarını istedi. Elbette bu konuda dönemin Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu’nun yoğun temasları akıllardadır. Ülkenin zengin yeraltı kaynakları bakıp iştahlanan her saldırgan güç gibi AKP’de daha görünür bir pratiğe imza atarak ‘pastadan payına düşen oranın’ hacmine odaklandı.
Medya piyesler izlettirdi!
‘Arap Baharı’ propagandasının yoğunlukla dillendirildiği o koşullarda Libya bir oldubittiye getirilerek yutulmak istendi. Haftalarca, küresel medya tröstleri, Bingazi-Sirte-Trablus hattı üzerinde tek çare olarak silaha sarılan sözde devrimcilerin başkente yürüyüşünü konu alan piyesler izlettirdi. Ülkedeki selefi ve MKÖ’lü lejyonerlere ek olarak farklı ülkelerden toplanan militan unsurların sahaya rengini verdiği yağma esaslı bir savaş yaşandı. Kaddafi’ye bağlı askeri kuvvetler sürecin başında çözülme yaşamalarına ve hareket kabiliyetlerinin zayıflığına rağmen sahada dengeleri lehlerine çeviren caydırıcı hamleler gerçekleştirmiş ve toplama sözde devrimcileri Bingazi’ye doğru süpürmeye başlamıştı. Bu ‘puslu havada’ üstlendiği rol gereği AKP yetkilileri, barışçıl pozlar takınarak Trablus’ta mekik dokuyor, Mistara ve Bingazi’de yuvalanan silahlı gruplara da saldırgan diğer rejimler gibi el altından destek veriyordu. 3 Mart 2011’de Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu; “Libya’da hiçbir grup dış müdahale istemiyor. Dış müdahale durumu daha da kötüleştirir. Sayın Obama’ya ve Clinton’a ‘Irak’taki hatayı yapmayın dedim'” diyerek AKP iktidarının Libya konusunda Batılı ortaklarıyla ters düşen tutuma sahip olduğu yönünde bir algı yaratımı içinde olmuştu. Yine dönemin Başbakanı RT Erdoğan, Libya’ya NATO müdahalesi seçeneğinin gündeme getirildiği Mart 2011’de şunları söyleyecekti; ”NATO Libya’ya müdahale etmeli midir? Böyle bir saçmalık olur mu yahu? NATO’nun ne işi var Libya’da? Bakın Türkiye olarak biz bunun karşısındayız, böyle bir şey konuşulamaz, böyle bir şey düşünülemez.” Fazla değil haftalarla sınırlı bir zaman diliminde Ankara kamuoyuna yansıyan tutumunu değiştirecek, dahası Libya’ya yönelik emperyalist müdahalenin en ateşli savunucusu olacaktı. Bu hususta Kaddafi yönetiminin son kertede AKP iktidarını ‘düşmanca amaçlara hizmet etmekle’ suçlamasını unutmamak gerekir. Zaten ‘muhalif’ olarak anılan, Libya sahasındaki güçlerin, ‘Kaddafi’yi tasfiye etmelerine katkı sunan Türkiye iktidarına teşekkür’ mesajları nerede durduklarının özetiydi.
29 Mart 2011’de Libya meselesinin görüşüleceği toplantıya katılmak üzere Londra’ya gidişinde gazetecilere açıklamalarda bulunan Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu; “Kaddafi’ye bağlı güçlerin sivillere saldırısını durdurmasını sağlamak için NATO’nun gücünü kullanması gerekiyor” dedi. 3 Mayıs 2011’de İstanbul’da basın toplantısı düzenleyen Başbakan RT Erdoğan, “Libya tarihinde yeni bir dönem başlamıştır. Libya meselesinde artık söz tükenmiştir. Bu noktada yapılması gereken, Libya’da Trablus’ta yönetimi elinde tutan Muammer Kaddafi’nin derhal iktidarı bırakması, üzerindeki tarihi sorumluluğu insani ve vicdani sorumluluğu derhal yerine getirmesidir” dedi. AKP iktidarı, Mart’ın sonundan Muammer Kaddafi’nin linç edilerek tasfiye edildiği 21 Ekim tarihine kadar, ülkede savaşan silahlı örgütlere silah, lojistik, para ve cephe gerisi hastane hizmeti vererek imkanlarını seferber etti.
‘Tarafsız’ Türkiye: Libya yönetimi bir an önce devrilmeli
2013 yılında (16 Temmuz) Lübnan merkezli El Ahbar gazetesi tarafından paylaşılan bir haberde; Libya krizinin patlak verdiği ilk günlerde (Mart başı) Davutoğlu ile Katar Dışişleri Bakanı Şeyh Hamad bin Casim bin Cabir el-Sani arasındaki gizli görüşmelerin tapeleri yayımlandı. Gazetenin paylaştığı belgelerde Ahmet Davutoğlu ve Şeyh el-Sani; Libya yönetiminin bir an önce devrilmesi konusunda fikir birliği içinde olduklarını, Libya ordusunun hava gücünün yok edilmesi gerektiği ve bu doğrultuda ilk etapta uçuşa yasak bölge ilan edilmesi için diplomasi trafiğine yoğunluk verilmesinin önemine değinmekte, NATO’nun müdahalesi için Türkiye’nin daha aktif çalışmalar içinde olmasının aciliyetine dikkat çekilmekteydi. Aynı görüşmede Davutoğlu, Trablus’taki temaslarına konu olduğu anlaşılan, Kaddafi’nin koltuğunu bırakması ve sürgüne gitmeyi kabul etmesi yönünde sunulan seçeneklere karşı çıkmasından duyduğu memnuniyetsizliği ifade ediyordu. Bu pazarlığın gerçekleştiği günlerde Türkiye ‘tarafsız rol oynayan arabulucu, dış müdahaleyi kabul etmeyen deniz aşırı güç, barışçıl çözüm isteyen dost ülke’ yalanlarıyla bambaşka bir portre çiziyordu.
18 Mart 2011’de Fransa’nın girişimleri sonucu BM Güvenlik Konseyi’nin Libya’ya uçuşa yasak bölge içeren 1973 sayılı kararı almasının ardından Batılı emperyalistler adına Libya dosyasını üstlenen Fransa hemen harekete geçti ve 20 Mart’ta NATO bileşeni bir dizi devletin de aktif hava ve deniz gücü desteğiyle birlikte Libya vurulmaya başlandı. Fransa, ABD, İngiltere, İtalya ve Kanada’nın savaş uçakları ve Akdeniz’deki filolarıyla katıldığı, İtalya, Norveç ve Türkiye gibi devletlerin üslerini saldırılar için saldırgan devletlere açtığı uluslararası askeri müdahale sürecine böylece girilmiş oldu. AKP iktidarı, BMGK’nin 1973 sayılı kararını “kardeş Libya halkının selameti için” desteklediğini beyan etti ve ‘NATO ortak komuta merkezi bağlamında elinden gelen katkıyı sunacağını’ duyurdu. Artık sahadaki vekillerin yapamadığını “Libya halkını Kaddafi’den kurtaracak” olan Batılı emperyalistler ve işbirlikçi rejimler yerine getirecekti. Emperyalist askeri müdahale sahadaki durumu meşru Libya yönetiminin aleyhine çeviren gelişmeleri hızlandırdı. Libya günden güne karşı-devrimci paramiliter çetelerin ülkeye hâkim hale geldiği karanlığa sürüklendi. Ülkede mevcudiyetini güçlü bir şekilde hissettiren kabile-aşiret yapılarının kaba pragmatik hesaplarla saf değiştirmeleri, kazanana oynama temelinde, saldırgan devletlere davetiye çıkarmaları da Kaddafi’nin sonunu hazırlayan yolu ardına kadar açtı.
AKP: Libya yönetiminin farklı ülkelerde bulunan mali kaynaklarına bir an evvel el konulmalı ve ‘muhaliflere’ parasal destek artırılmalı
Bu arada AKP iktidarı boş durmuyor, Libya’daki İhvan’a hamilik yaparak, diplomatik arenada boy göstermeye yoğun mesai harcıyordu. Temmuz 2011’de İstanbul’da düzenlenen Libya Temas Grubu’nun 4’üncü toplantısında, katılımcı 30 ülke, Libya lideri Muammer Kaddafi’nin yönetimini gayri-meşru; ‘muhaliflerin’ Ulusal Birlik Hükümetini meşru saydıkları kararın altına imza atarken, AKP iktidarı, Libya yönetiminin farklı ülkelerde bulunan mali kaynaklarına bir an evvel el konulmasını ve ‘muhaliflere’ parasal desteğin artırılmasını talep eden bir yaklaşım sergileyecek ve saldırgan Temas Grubu’ndan çıkan kararları “Kaddafi’ye en ağır darbeyi indirdik” diyerek coşkuyla karşılayacaktı.
Libya’nın Batılı emperyalistlerin iştahını kabartan 48 milyar varil petrol, 54,6 trilyon metreküp de doğalgaz rezervi vardı. Çepeçevre kuşatılan ve hakkında ibretlik bir son hazırlanan Muammer Kaddafi’nin icabına bakılır bakılmaz, Batılı emperyalistler, petrol ve doğalgaz sahalarına çökecekti. Fransa, ABD, İngiltere, İspanya ve İtalya menşeli enerji şirketleri toplamda 6 trilyon dolarlık enerji kaynağını yıkım projesindeki özgül ağırlıklarına göre yağmalayacaktı. AKP iktidarının payına bu yağmadan ne düştüğü ise muamma… Bilinen haliyle ‘Suriye dosyası’ temelinde Libya’dan Suriye’ye cihatçı transfer ücreti, aynı minvalde de cephe gerisi hizmetleri için birkaç milyar dolar kırıntı payı. Dönemin Ekonomi Bakanı Zafer Çağlayan; ”Libya’nın diğer ülkelerde 170 milyar dolar parası var. Libya halkını düşünenlerin burada yapması gereken şey, 170 milyar dolar parayı bir an önce vermektir. Bu Libya halkının parasıdır bunun üzerine hiç kimse yatamaz” diyerek İhvancı hemcinsleri üzerinden pay talebini dillendirse de sonuç pek değişmedi. Türkiye’ye “Libya’da olmaz, Suriye’de ‘oyun kurucu aktörsün'” tesellisi verildi.
Ağustos 2011’de başkent Trablus’un düşmesi ve 21 Ekim günü Sirte yakınlarında Muammer Kaddafi’nin bulunduğu konvoyun NATO uçakları tarafından vurulması bir dönemin kapanışını ifade etti. Devrik lider Kaddafi, NATO destekli selefi İslamcı teröristler tarafından linç edilerek öldürüldü. Libya artık “özgürleştirilmiş” bir ülkeydi! Batılı emperyalistler kullandıkları silahlı çeteler ve yandaş kabileler aracılığıyla ülkenin enerji havzalarını ve kıyı kentlerini parsel parsel bölüştü. Artık her kafadan ayrı bir sesin çıktığı, çok sayıda yerel despotun kendi kurallarını uyguladığı, bir şehirden bir şehre gidişin bile imkânsız hale geldiği; rant, talan ve alan hakimiyeti çatışmalarının hiç durmadığı, “özgür Libya” vardı.
AKP ikridarı için Libya’da alarm durumu
Bugün yeniden gündemde önemli bir yer tutan Libya krizinin Kaddafi sonrası parçalı yapıya sürüklenen ülkenin geldiği kaçınılmaz aşama olarak değerlendirebiliriz. Libya’da tüm tarafları kapsayan hükümetin tesisi için süren görüşmelerde uzlaşı, 17 Aralık 2015’te “Libya Siyasi Anlaşması” olarak kayıtlara geçen, Fas’ın Suheyrat kentinde, Trablus’taki Milli Genel Kongre (MGK) ile Tobruk’taki Temsilciler Meclisi arasında imzalanan anlaşmayla sağlanmıştı. BM’nin kabul ettiği bu anlaşmaya göre Trablus’ta merkezi bir hükümetin oluşumu yönünde 2014’teki seçimin sonuçlarına göre listeler hazırlanacak ve Tobruk Temsilciler Meclisi’nin onayından sonra hükümet faaliyete geçecekti. Burada sorun çıkaran güç Müslüman Kardeşler örgütünün (MKÖ) ülkedeki uzantısı Adalet ve İnşa Partisi (Hizb’ul Adale vel Bina) oldu. 2014 seçimlerinden beklediği sonuçları elde edemeyen bu parti Suheyrat’taki anlaşmayı boşa çıkaran negatif bir tutum takındı, siyasal gelişmeleri sabote etti. Ülkede çift başlı hükümetler süreci günümüze kadar geldi. Coğrafi olarak MKÖ’nün başını çektiği Trablus merkezli hükümet yüzde 10’luk bir toprak parçasına hâkim durumdayken, Tobruk merkezli hükümet, ülkenin doğu ve iç kesimlerindeki irili-ufaklı onlarca kabilenin ve yine Fizan (çöl) bölgesini kontrol eden Tuaregler ile Tebuların desteğini aldı. 2014 yılından itibaren etkili bir şekilde sahneye çıkan General Halife Hafter’in komuta ettiği Libya Ulusal Ordusu ülkenin büyük bir bölümünü kontrol eden kapsayıcı bir güç olarak güncelde Trablus’un banliyölerine kadar ilerledi. AKP iktidarı açısından ‘felaket senaryoları’ çizdikleri alarm durumu işte bu noktada karşılık buldu.
Libya’ya komşu devletlerin Trablus’ta sıkışan hükümetin yerine Tobruk hükümetine destek veren tutumları, deniz aşırı ülkelerin sahaya nüfuz etme arayışlarına dönük tepkileri hesaba katılmadan atılacak her adımın dönüp sahibini vuracağı aşikâr. Özellikle Mısır faktörüne rağmen Libya’da bir zafer beklemek ham hayalcilik olur. Mısır diğer Arap rejimlerinin onayını alarak ‘arka bahçesi’ Libya’yı deniz aşırı devlet Türkiye’ye bırakmaz. Fransa, Rusya, İtalya, İngiltere, Almanya ve ABD’nin de sahayı dizayn edebilecek etki gücü ortadayken olası maceracılık trajedi üretir.
AKP iktidarının Libya hassasiyeti ‘milli’ değil, apaçık meşrebidir
AKP iktidarının Libya hassasiyeti ‘milli’ değil, apaçık meşrebidir. Orada sıkışan paydaş İhvan’a (MKÖ) kol kanat germenin ulusal çıkarlarla ilgisi yok. Libya’da İhvancıların kaybetmesinin Türkiye’ye (iktidarın dar ajandasının boşa düşmesi dışında) bir zararı dokunmaz. AKP iktidarının Libya’da kanamalı durumun devamına hizmet eden politikalarının Kuzey Afrika ve Arap coğrafyasında ona karşı öfkenin büyümesine yol açtığı görülmektedir. Libya ve bölge halkları “Osmanlı istilası” diyor ve buradan karşı hassasiyet geliştiriyor. Bir taraftan ‘dış müdahale olmasın’ diyen AKP iktidarı, diğer taraftan Trablus hükümetiyle ‘askeri anlaşmalar’ imzalayıp dışarıdan ülkeye müdahale etmenin yolunu adımlıyor. Yıllardır eğitim, lojistik, SİHA, ZPT ve mühimmat desteği verdiği Trablus’taki İhvancılara şimdilerde TSK’yi sahaya göndermeyi içeren tezkere çıkararak koruma kalkanı örmeye çalışması içinden çıkılması zor tehlikelere kapıyı ardına kadar açabilir. Açıkçası akıl almaz bir öngörüsüzlükle düştüğü ‘gayya kuyusundan’ çıkış arıyor.
Libya Ulusal Ordusu’nun Trablus’a yönelik askeri harekatının tırmanışa geçtiği şu günlerde Suriye uyruklu lejyoner unsurların Türkiye’nin yönlendirmesiyle Trablus’a taşındığı iddiası gündemde yer tutuyor. Gerek ‘muhalif Suriyeli kaynaklar’ gerek Libya medyası gerekse de Avrupa merkezli medya organları bu doğrultuda görsel ve yazılı birtakım materyaller paylaştı. Türkiye resmi olarak bunu kabul etmese de sergilediği tarafgir siyasetle şüpheye mahal bırakmıyor. Hatırlanacağı üzere; 2011-12 yılları arasında, Libya’dan Türkiye kanalıyla Suriye’ye selefi-tekfirci silahlı unsurlar taşınmış ve o dönem Libyalı lejyonerlerin Suriye sahasında katıldıkları çatışmalara dair çok sayıda bilgi dolaşıma girmişti. Bugün zoraki nedenlerin bir sonucu olarak Suriye uyruklu silahlı unsurlar çeşitli vaatler karşılığında Fizan’a sefere gönderiliyor. Suriye’de sözde devrim yenilgiye uğratıldığı için elde kalan ‘cihat’ artıklarını orada kullanmak istemeleri şaşırtıcı olmaz.
TBMM’de kabul edilen, askeri gücün sınır, kapsam, miktar ve zamanının Cumhurbaşkanı tarafından belirleneceği ‘Libya Tezkeresinin’ pratikte alacağı biçimi bekleyip görmek gerekir. ‘Trablus-Mistara çıkarması ve darbeci Hafter’i durdurma’ üzerine çeşitli senaryolar tartışılırken, tam tersi senaryolarla karşı karşıya da kalınabilir.
Trablus’tan kaçış ve Türkiye’ye sığınma gibi olasılıklar Libya’daki İhvancıları bekleyen kötü son olabilir.
‘Seçim hezimeti’ yerine parçalı-çatışmalı durum
Türkiye medyasının yanlı ve saha gerçekliğine uymayan varsayımları ile gelişmeler yorumlanamaz. Türkiye’nin zayıf da olsa olası askeri müdahalesi çözümden ziyade çözümsüzlük üretir. Libya’yı ve dolayısıyla komşu ülkeleri daha fazla savaşın içine çeker. Oysa küresel ve bölgesel güçlerin sabote edici müdahalelerinin önüne geçilebilmesinin yegâne yolu Libya’da tüm tarafların katılım sağlayacağı genel seçimin koşullarını oluşturmaktan geçer. 2015 tarihli ‘Libya Siyasi Anlaşmasının’ çerçevesiyle uyumlu bu sürecin başarılması halinde hem çift başlılık son bulur hem de ülke bir nebze de olsa rahat nefes alır. Sorun daha doğrusu soru şu; Trablus’a çöreklenen Müslüman Kardeşler örgütünün seçim diye bir gündemi var mı? Galiba ‘seçim hezimeti’ yerine parçalı-çatışmalı durumun devamından yana olan tavırlarını sürdürmek daha çok işlerine geliyor.
Ferhat AKTAŞ