Son Dakika Haberler
sesso video gratis porno gratis

Mahmut ÜSTÜN: AB, Almanya ve hegemonya mücadelesi

Mahmut ÜSTÜN: AB, Almanya ve hegemonya mücadelesi
Okunma : Yorum Yap

AB, ALMANYA VE HEGEMONYA MÜCADELESİ

Mahmut ÜSTÜN yazdı:

1951 yılında “Avrupa Kömür ve Çelik Topluluğu” ile başlayan ve ekonomik temelin çok daha önde olduğu süreç bugün 27 ülke ile devam eden ve ekonomik boyutun ötesinde siyasi, askeri ve ideolojik boyutları da içeren oldukça kapsamlı bir entegrasyon projesi haline gelmiştir. Topluluk’un 70’ler başında Birleşik Krallık, İrlanda ve Danimarka’yı kapsayan ilk genişlemesini, Güney Avrupa’ya yönelik ikinci önemli gelişmesi izledi. Yunanistan, İspanya ve Portekiz gibi görece yoksul ülkelerin gelişmiş Batı Avrupalı ülkelerin oluşturduğu bir birliğe dâhil olması, entegrasyonun yeni bir nitelik kazanmaya başladığını göstermekteydi. 1990’lara gelindiğinde AB’nin ilgisi öncelikle Orta ve Doğu Avrupa’ya yönelmişti. Ancak genişleme önce Kuzey Avrupa’ya doğru gerçekleşti. Bu bir anlamda, Avrupa Serbest Ticaret Birliği (EFTA) ülkelerine yönelik bir genişlemeydi(1). Bu genişlemeyle birlikte Avusturya, İsveç ve Finlandiya 1995 yılında Avrupa Birliği’ne üye oldular. Norveç ise 1972’de olduğu gibi 1994’te yapılan referandum sonucunda da AB üyeliğini reddetti. AB’nin Doğu genişlemesi, bir kapitalist blok olarak gerçekleştirmiş olduğu en büyük genişleme hamlesiydi. Bu genişleme sonrasında Avrupa’nın büyük bir bölümü blok içerisine dâhil edilmiş oldu. Fakat Ukrayna, Belarus, Moldova, Rusya gibi Doğu Avrupa ülkeleri genişlemenin dışında tutulmuştu. Benzer bir şekilde Türkiye ve Balkan ülkelerinin pek çoğu da adaylık statüsü kazanmış olmalarına rağmen hala AB üyesi yapılmadılar. 

AB, ekonomik ve siyasi bütünleşme sürecinin özgünlüğü ve hatta çoğu zaman çekiciliği ile bir hegemonya modeli olarak ABD’nin en ciddi rakibi kabul ediliyordu. (eskisine nazaran zayıflasa da bu yönüyle hala tartışmalarda merkezi bir yer işgal etmeye devam ediyor). Huntington,  tüm bu faktörlere bakarak Japonya’nın öngörülen yükselişinin gerçekleşmemesi halinde 21. yüzyılın Amerikan yüzyılı olmasının önündeki en önemli engelin AB olacağı fikrini seslendirmişti. Ekonomik etmenler bir yana eğer siyasi ve askeri anlamda bütünleşmesini tamamlayabilmiş olsaydı, kültürel, sosyal ve demografik güç unsurları ve kaynakları itibariyle Topluluk gerçekten de yeni yüzyılın örnek hegemonya modeli ve en büyük gücü olmaya gerçekten de en yakın aday olabilirdi(2). Ama işte sorun tam da burada yani, AB’nin en güçlü yanlarının aynı zamanda – en zandan bugün için- onun en zayıf yanları olmasındaydı.  

AB’nin Çelişkili Birliği

AB sürecinin toplamına baktığımızda ekonomik entegrasyon açısından çok önemli, siyasal entegrasyon açısından önemli, ideolojik ve askeri entegrasyon açısından ise zayıf bir tabloyla karşılaşıyoruz. AB kendi içinde, her ne kadar İngiltere’nin ayrılığı sonucu önemli bir güç kaybı yaşasa da Avrupacılara karşı ciddi bir Atlantıkçi blok barındırıyor. Buna ek olarak hem siyasi rejim ve kültürel yapı farkları hem ekonomik gelişme farkları ile şekillenen bir Doğu Batı çelişkisi de var. Ve yine özellikle ekonomik gelişme ve çıkar farkları üzerinde şekillenen İspanya, Portekiz ve Yunanistan’dan oluşan (bir ölçüde İtalya’da eklenebilir) Güney ile Kuzey çelişkisi var. Eskiden gelişme farkları olsa da genellikle gelişmiş ekonomilerden oluşan, ideolojik-kültürel homojenliği de daha fazla olan  AB, artık kendi içinde merkez ülkeler (Batı-Kuzey) ile çevre ülkeler (Güney ve Doğu) olarak ayrışmış gözüküyor. Bir başka çelişki alanı ise siyasal entegrasyoncu ülkeler ile egemenlik haklarını koruma eğilimindeki ülkeler arasındaki çelişki olanak tanımlanabilir. Ve son olarak şu anda AB’nin iki lider ülkesi olarak çok fazla açığa vurmasalar da Almanya ve Fransa arasında köklü bir maziye de sahip olan rekabet ve güvensizlik unsurunu da AB’nin bir başka zayıf halkası olarak tabloya dâhil etmek gerek. Bu çelişkiler,  İngiltere ile başta Fransa olmak üzere AB arasında yaşanan gerilimlerden (ki sonunda İngiltere’nin birlikten ayrılmasıyla sonuçlandı) ortak para birimine geçiş, Ortak Avrupa Anayasası gibi değişik konularda zaman zaman kendini açığa vuruyor. Ekonomik zorluk dönemlerinde ise hem genelleşiyor hem de derinleşiyor. Bu yaygınlaşma ve derinleşme durumunun son halkasını 2008 ve Korona krizi sırasında gördük. 2008’de başlayan küresel ekonomik kriz Almanya ve AB’yi olumsuz etkiledi. Üstüne gelen korona krizi ile birlikte ekonomilerde ciddi bir gerileme yaşandı. Küresel kriz derinleştikçe, Avrupa Birliği entegrasyonunun geleceği yeniden tartışılmaya başlandı ve AB’nin, ABD hegemonyası karşısındaki en büyük rakip olabileceği inancı da ciddi yara aldı. 2008 ekonomik krizinden en çok etkilenen ülkeleri içinde barından AB, yine de çeşitli ekonomik kurtarma paketlerinden oluşan AB Merkez Bankası (ECB) operasyonları ile birlik içinde artan huzursuzlukların bütünlüğü bozucu sonuçlara ulaşmasını bir kez daha önleyebildi.

Zayıf Askeri Güç

Hem toplam olarak AB’nin hem de Fransa hariç tek tek AB üyesi ülkelerin hegemonik güç adaylığı açısından şu an için en zayıf görünen halkası askeri güç. Avrupa Birliği’nin neredeyse kuruluşundan bu yana kendi ordusunu oluşturma hayali vardı, buna rağmen Soğuk Savaş yılları boyunca güvenlik ve savunmasını NATO üzerinden ABD’ye teslim ettiklerini görüyoruz. 

Sovyetler Birliği’nin dağılmasıyla birlikte Fransa’daki ve diğer bazı AB ülkelerindeki “Avrupacılar” artık Avrupa’nın kendi güvenlik mimarisini inşa etme zamanının geldiğini daha yüksek sesle dillendirmeye başladılar. Nitekim 1990’lı yıllarda Maastricht Anlaşması ile birlikte Ortak Dış ve Güvenlik Politikası (ODGP) ve Amsterdam Anlaşması ile birlikte Avrupa Güvenlik ve Savunma Politikası (AGSP) AB anlaşmalarına dahil edildi. 2003 yılına kadar bir “Avrupa Ordusu” oluşturulması hedefi ortaya çıktı ancak Irak Savaşı sırasında yaşanan bölünmüşlük ve Atlantikçilerin isyanı bu hedefe ulaşılmasına engel oldu. Hala Avrupa ülkelerinin bir kısmı, önceki AB yönetimlerinin dillendirdiği, şimdiki yönetimin de tekrarladığı ordu kurma fikrini destekliyor. Yakın zaman önce de, 2019’da, Fransa Cumhurbaşkanı Emmanuel Macron, NATO’nun “beyin ölümünün gerçekleştiğini” Avrupa ordusu kurulması gerektiğini, böylece NATO’da sözü geçen ABD’ye bağımlılıktan kurtulabileceklerini söylemişti.

Soğuk Savaş sonrası ordu fikrinin canlanmasının bir kaç nedeni olduğunu söyleyebiliriz. İlk neden; ABD’nin AB üyesi olan Doğu Avrupa ülkelerini NATO şemsiyesi altında toplayarak AB içindeki egemenlik alanını genişletmesidir. Oysa ortak bir Avrupa ordusu ABD’nin Avrupa üzerindeki ağırlık ve denetiminin zayıflatılmasında önemli bir rol oynayabilirdi. İkinci neden, Soğuk savaş sonrasında ABD’nin askeri müdahalelerinin artması ve bu müdahaleleri yaparken ya da sonlandırırken, AB’nin çıkarları hilafına ve AB’ye danışmadan buyurgan bir davranış göstermeye başlamasıydı. Üçüncüsü, Putin ile birlikte Rusya’nın AB çıkarlarını olumsuz etkileyen askeri müdahalelerinin artması ve Rusya’nın Avrupa için bir güvenlik tehdidi haline gelmesiydi. Dördüncüsü, ABD’nin kendi hegemonik iddiaları açısından Asya Pasifikte yoğunlaşması Avrupa açısından ciddi bir güvenlik açığı oluşturmaktaydı. Beşincisi ve hepsinden önemlisi, yeterli ekonomik ve teknolojik güce, önemli bir kültürel hegemonyaya rağmen askeri zayıflık nedeniyle hegemonya mücadelesinde yeterli ataklığın gösterilememesiydi. Altıncı olarak, ABD’nin AB ülkelerini NATO’ya askeri ve özellikle ekonomik katkı konusunda baskılarını artırmış olması da bu nedenlere eklenebilir. Zira AB’nin bu kaynağı NATO üzerinden ABD’ye akıtmak yerine bağımsız ordusunu kurmak ve askeri yatırımlarını genişletmek için kullanması, AB’nin güçlenmesi ve hegemonya iddiası açısından daha mantıklıydı.

Ne var ki bu nesnel ihtiyaçların baskısına karşın AB ordusunun kurulması doğrultusunda hala ciddi bir adım atılabildiği de söylenemez. Bu işin çok pahalı olması ve özellikle ekonomik krizin ekonomileri zayıflattığı bir dönemde kaynakların bu alana yönlendirilmesindense ekonomiyi canlandırma işine aktarılmak istenmesi bu tercihte bir faktör olabilir. Ama en önemlisi, yukarıda belirttiğimiz AB içi çelişkilerin bu adımın atılması konusunda oynadığı frenleyici roldür. Polonya, Romanya, Macaristan, Çekya ve Baltık ülkeleri ABD ve NATO’ya alternatif girişimlere soğuk bakıyorlar. AB’nin ulus-üstü karakterinin güçlendirilip birliğin bir tür federal devlete dönüşmesini kendi bağımsızlıklarının sonu olarak gören devletler de “Avrupa Ordusu”na karşı çıkıyor. Brexit öncesinde İngiltere’nin liderliğindeki bu gruba şimdi Danimarka öncülük yapıyor. Danimarka, egemenliğin güvenlik dışındaki diğer önemli sembolü olan para konusunda da Avrupa ortak parası Euro’ya katılmayarak hassas alanlarda egemenlik devrine karşı olduğunu göstermişti. Finlandiya, İsveç, İrlanda ve Avusturya’dan oluşan ve askeri paktlardan uzak durma politikası izleyen ülkeler var. Bu ülkeler de AB’nin bir tür NATO gibi askeri ittifaka dönüşmesine karşılardı. Bu ülkelerden Finlandiya ve İsveç Ukrayna savaşının ertesinde NATO’ya üyelik için başvurdular.

Ne var ki tüm bunlar özellikle Almanya’nın bağımsız hegemonik iddiası açısından çok önemli bir engel oluşturamaz. Almanya son dönemde ulusal silahlanma açısından zaten kendini geliştirmekte(3). Eğer şartlar zorunlu kılarsa bu güçlü ekonominin dünyanın en önemli askeri güçleri arasına girecek atılımı yapması hiç de zor değil. 

AB mi Almanya mı?

Bütün bu çelişkililer AB’nin başarılı olup olamayacağı yönünde literatürde halen de aynı yoğunlukla devam eden tartışmalara yol açtı. Biz bu ilginç ve önemli tartışmaya girmeyeceğiz doğal olarak. Tartışmanın konumuzla ilgili kısmı ise ABD hegemonyasının rakibi olanın Almanya mı yoksa AB mi olduğudur? Literatürde bu ikisi pek sık yan yana kullanılmakla birlikte manidar biçimde AB’den çok Almanya’nın hegemonik adaylığından söz edilmektedir. Belki de şimdilik kaydıyla en fazla Almanya önderliğinden bir Avrupa koalisyonunun (ama AB’nin değil) ABD hegemonyasıyla yarıştığı söylenebilir. Ama işler daha da netleştiğinde artık Almanya isminin yalnız başına telaffuz edileceğini söylemek çok iddialı bir öngörü olmayacaktır. 

AB, İngiltere’nin ayrılmasıyla ekonomik anlamda güç kaybetmiş olsa da, yine de dünyanın en güçlü ekonomilerinden, en önemli ihracatçılarından, en büyük pazarlarından birisi. Almanya ise hiç tartışmasız AB’nin en güçlü ve lider ülkesi(4). Her ne kadar AB’nin genişlemesi siyasal alanda bir dizi çelişkinin kaynağı olmuşsa da ekonomik bakımdan ve en fazla da Almanya açısından son derece büyük bir Pazar avantajı da yarattı. Yalnızca AB’nin 27 ülkesi değil aynı zamanda AB’nin farklı ülke ve bölgelerle uygulamakta olduğu entegrasyon yöntemleri de Almanya açısından çok geniş pazarların birinci dereceden denetimini elde etmek anlamına geldi.  Doğu Avrupa’daki komşuları (Ukrayna, Ermenistan, Azerbaycan, Belarus, Gürcistan ve Moldova) yanı sıra bazı Akdeniz ülkeleriyle (Cezayir, Fas, Mısır, Israil, Ürdün, Lübnan, Libya, Filistin, Suriye ve Tunus), ardı sıra Avrupalı emperyalist güçlerin eski sömürgeleri olan Afrika, Karayip ve Pasifik ülkeleri ve son olarak Türkiye ve Balkan ülkeleriyle AB farklı entegrasyon yöntemleriyle özel bir ilişki geliştirdi. Tüm bu bölge ve ülkeler AB’nin ve tabi ki Almanya’nın etkinlik kurduğu çok geniş bir pazar anlamına geliyor. Almanya’yı yüksek teknolojili üretken ekonomisi, dünya ticaretindeki ağırlıklı konumu vb.nin yanı sıra hegemonya mücadelesi açısından avantajlı kılan başlıca faktörlerden biri de bu durumdu. 

ABD Almanya’yı aşil topuğundan vurmak istiyor 

Yakın zamana kadar tam da bu bileşim üzerinden Almanya Japonya’nın yanı sıra en güçlü hegemonya adayları olarak gösterilmekteydi. Japonya 1990”larda girdiği durgunluktan hala çıkabilmiş değil ve doğal olarak adı yeni hegemon adayı olarak geriye düşmüş durumda. Aynı durum değişik bir nedenle bugünlerde Almanya açısından da geçerli. 2008 krizi ve ardından yaşanan Korona salgını süreci Almanya’yı ciddi ölçüde sarstı. Ama Almanya, reel ekonomik tabanının gücü itibariyle genel olarak dünyanın en sağlam ekonomisi olanak nitelenir. Dolayısıyla bu krizlere rağmen kısa sürede yeniden toparlanabilir hatta atağa geçebilirdi. Ne var ki, son Ukrayna krizi ve Ukrayna Rusya savaşı Almanya açısından çok daha büyük bir darbe oldu. Kriz ve savaş, Almanya’yı en kırılgan yerinden vuran sonuçlar yarattı. ABD’nin hamleleri Almanya’yı iki arada bir derede bıraktı ve sonunda -biraz da mecburen- safını ABD tarafında belirledi. Bu tercihin Almanya’ya maliyeti ucuz enerji kaynaklarına ulaşamaması ve dolayısıyla ekonomik açıdan yeniden ve çok daha ciddi bir sarsıntıyla yüz yüze kalma riskinin artması oldu. Almanya menşeili dünyanın en büyük kimya şirketi BASF’in Başkanı Martin Brudermüller, Frankfurter Allgemeine gazetesine verdiği bir röportajda bu açmazı “Alman endüstrisinin küresel rekabet gücünün temelini Rus gazının oluşturduğunu, bunun inkâr edilemez bir gerçek olduğunu” sözleriyle ifade etmişti. Almanya’nın Rusya’dan enerji ithalatı yaparak Putin’in savaşını körükleyip körüklemediği yönündeki soruya Brudermüller”in verdiği cevap “Bu ithalatın yasaklanması Almanların refahını yok eder” biçimindeydi. İçine düşülen açmazın çok çarpıcı bir itirafıydı bu.  Zira Alman şirketlerin son 20 yılda geliştirdiği iş modeli, enerjiyi piyasa fiyatlarının altında ithal edip, bunu rekabetçi ürünler geliştirmek için kullanmaya dayanıyordu. Ucuz Rus doğal gazı (5) , Çin’in devasa pazarı (6), liberal ticaret ve güçlü ulusal sanayinin birliği bir araya getirildiğinde, Alman ekonomisinin ilerlemesinin sırrı da ifşa olmuş oluyordu. Alman şirketleri için başarıya giden bu yol, Ukrayna’daki savaşla artan ABD baskıları neticesinde aniden kullanıma kapatıldı. 

ABD ve Avrupa’nın başı çektiği Batı ile Çin, Rusya ve belki de Hindistan’ın birleştiği Doğu arasında ayrılan bir dünya Almanya’yı hiç de memnun edecek bir durum değil. Zira böylesi bir tablo Almanya’nın bugüne kadar ki ekonomik performansının dayanaklarının dinamitlenmesi anlamına gelmektedir. Avrupa’nın en büyük ekonomisinin önünde şimdi, iki sıkıntılı seçenek var: İlki ABD’ye rağmen Rusya ve Çin ile eski “kazan kazan” ilişkisine dönmek, ikincisi de; hızla yeni enerji alternatiflerine yönelmek… Nitekim Alman Ekonomi Bakanı Robert Habeck, Almanya’nın önümüzdeki 13 yıl içinde karbondan arındırılmış elektriğe sahip olmayı hedeflediğini açıkladı. Bu doğrultuda güneş, rüzgâr ve biyokütle kaynaklarına dayalı elektrik üretimine yönelik çalışmalar hızlandırılmış durumda.

Eğer Almanya, Rusya ve Çin ile ilişkilerini sürdüremezse kısa sürede enerjide kendi kendine yeterli hale gelmek zorunda. Her ikisi de olmazsa, bu takdirde Almanya’yı kaçınılmaz biçimde ciddi bir gerileme bekliyor demektir. Ezcümle, Almanya bugünlerde çok ciddi bir açmazın içinde ve bu açmazdan çıkmadan,  hegemonya adaylığının yeniden konuşulur hale gelmesi de imkânsız görünüyor.

NOTLAR:

1-AB’ye girmek, AB üyesi olmak yalnızca ekonomik getirileri açısından değil yaygın bir argümanla önemli ve ileri bir kültürün bir parçası olmak açısından da önemli bulunuyor. Bu durum bile AB’nin hegemonya mücadelesi açısından ideolojik alanda şimdiden çok güçlü olduğunu gösteriyor. Ömer Laçiner, Birikim Dergisinde bir ara AB ve ABD arasındaki mücadelenin emperyalist mücadele değil kültürel mücadele olduğunu, asıl meselenin coca cola, hamburger ve kot pantolonu kültürü ile demokrasi, sanat, bilim kültürü arasındaki farktan kaynaklandığını yazmıştı. Laçiner’in iki gücün emperyalist niteliğini ve dolayısıyla mücadelelerindeki güç ve çıkar unsurunu örten yaklaşımı çok tuhaf görünse de AB’nin, ideolojik hegemonyasının ABD’den daha güçlü olduğunu vurgulayan yaklaşımı AB’nin ideolojik hegemonyayı inşa etmek gibi bir derdi olmadığını göstermesi açısından anlamlıdır. Robert Kagan’ın yeni bir dünya düzeninin oluşumunda ABD ve Avrupa’nın durumunu incelediği ‘‘Cennet ve İktidar’ ’kitabında Amerikalıların Mars’ tan, Avrupalıların Venüs’ ten geldiklerine dair sözleri de birbiriyle rakip iki önemli kültürel ve ideolojik hegemonyanın varlığı ve rekabetine işaret etmiş oluyordu. Bu ABD hegemonyasının eril. sabırsız ve saldırgan; AB hegemonyasının ise yumuşak güce, ince eleyip sık dokuyan bir sabıra ve diplomasiye ağırlık veren karakterine işaret eden bir benzetmeydi. 

2- 1960’da Avrupa Birliğine alternatif olarak İngiltere önderliğinde ve serbest piyasa düzenin savunuculuğu temelinde kurulan Avrupa Serbest Ticaret Birliği ‘nin kurucu üyeleri dahal hemen tüm üyeleri daha sonra AB)ye katılmıştır. Bugün yalnızca Norveç, İsviçre, İzlanda ve Liechtenstein bu kuruluşa üyedir.

 3- Almanya hâlihazırda 50 milyar dolar harcama yapmaktadır. Bu ABD, Çin, Rusya vb. ülkelere göre küçük bir rakamdır Ne var ki, son hükümet. Silahlanma harcamaları için 100 milyar avroluk harcama paketini Alman Federal Meclisinden geçirdi.  Başbakan Olaf Scholz, Almanya’nın silahlanma kararıyla ilgili olarak  “Güvenlik politikamız açısından bir dönüm noktasındayız. Devasa bir şekilde yeniden silahlanacağız. Alman Ordusu yakında NATO çerçevesinde Avrupa’daki en büyük konvansiyonel ordu hâline gelecek. Bu da Almanya’nın ve müttefikliklerinin güvenliğini ciddi ölçüde artıracak” dedi.

4-3.4 trilyon dolar değerinde bir ekonomiyle dünyanın dördüncü büyük ekonomisine sahip olan Almanya,  Çin ve ABD ile birlikte dünyanın en büyük üç ihracatçı ülkesi arasında yer alıyor. 2017’de Almanya 1.278,9 milyar Euro tutarında mal ihraç etti. İhracat oranı yüzde 40 civarındaydı, bu oran sanayi mallarında yüzde 50’nin üzerindeydi. AB’nin ikinci büyük gücü olan Fransa ise, 2.4 trilyon dolar ile Avrupa üçüncüsü, dünyanın ise altıncı büyük ekonomisidir.

5 -Almanya’nın ihtiyacının yüzde 55’ini Rusya tedarik ediyor. Ukrayna Savaşı sonrası Almanya bu oranı yüzde 35’e indirdi ama bunun bile hem Rus hem de Alman ekonomisine faturası ağır oldu. ABD bir taşla iki kuşu birden vurdu diyebiliriz. 

6- Alman şirketleri, dünyadaki rakiplerinden çok daha önce Çin’in ekonomik gücünden yararlanmaya başladılar. Böylece yalnızca Çin pazarının büyük bölümünü güvence altına almakla kalmadılar, aynı zamanda Çin’in kıymetli toprak elementlerine ve diğer değerli minerallerine de erişimi güvence altına alabildiler. Çin dolaylı olarak Almanya’nın bu başarı öyküsüne önemli bir  katkıda bulundu. 

YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)