“Muhalefet 61 Anayasası dese endişelenmezdim”
Mahmut ÜSTÜN yazdı:
Levent Köker’in yazısı üzerine notlar-4
Köker ile benzer bir risk olduğu endişesindeyim. Bu riske karşı Köker gibi daha köklü ve gerçek anlamda dönüştürücü bir politik pozisyonun inşasını önemsemekteyim. Ne var ki Köker ile en yüzeyde benzer endişeleri dillendirmekle birlikte ve köklü bir demokratik dönüşüm perspektifinde yine ortaklaşıyor gözüksek de işin özünde teorik ve politik anlamda epeyce farklı noktalarda durduğumuz açık.
Benim kanaatime göre kapitalizm ile onun asli yönetim biçimi olan liberal demokrasi ile demokrasi arasında içeriksel anlamda her zaman antagonistik bir ilişki mevcuttu. Toplumsal demokrasi olarak nitelediğim sosyal korparatist dönem ise liberal demokrasi ile içeriksel demokrasinin kısmen ve rağmen “barışık” durabildiği özel bir zaman aralığıydı. Bu “barışıklık” kapitalizm ve liberal demokrasinin kendi içinde geçirdiği kalıcı evrimin ürünü değil ön sosyalizmin bir türeviydi. Sistemlerin yakınlaşması teorisinin pek revaçta olduğu o günler artık çok geride kaldı. Fakat aynı dönemlerde liberal demokrasi ile demokrasi arasında biçimsel anlamda bir uzlaşmanın varlığı ise aşikardı. Güçler ayrılığı, yürütmenin kuvvetli biçimde denetlendiği parlamenter demokrasi, Fraenkel’in ifadesiyle “norm devleti”nın “önleyici devlet” fonksiyona göre çok daha görünür halde olduğu liberal demokrasi dönemi de artık maziye dönüşmekte. “Neo liberal otoriterlik” kavramını doğuran ve büyük ölçüde benimsenmesine yol açan artık yürütmenin öne çıktığı dahası yürütme üzerindeki hareket kısıtlarının minimize olmaya başladığı bu süreçtir. Yalnızca “neo liberal otoriterlik” kavramı mı? “Güvenlik devleti”, “gözetim devleti”, “istisnai halin olağanlaşması” vb gibi nispeten eski ya da yeni bir dizi kavramın pek revaçta olmaya başlaması da bu gelişimle doğrudan ilişkilidir. Bütün bu gelişmeler gösteriyor ki artık liberal demokrasi ile demokrasi arasındaki bu biçimsel uzlaşma da sona ermekte ve antagonisttik ilişki haline gelmektedir. Eski toplumsal demokrasi günlerine dönmek artık bir hayale dönüştüğü gibi biçimsel anlamda yasamanın güçlü olduğu yürütmenin etkili biçimde denetlendiği eski liberal demokrasi ve onun temsili sistemi de giderek kendisine ancak kapitalizmin hijyenik çöp poşeti içinde bir yer bulabilmektedir.
Buradan 1961 Anayasasına geliyorum. Köker’in restorasyon riski içine kattığı ve “böyle bir anayasa olacaksa bir kıymeti yok, varsın olmasın!” kayıtsızlığıyla yaklaştığı bu anayasa tüm bu tablo içinde gittikçe güzel bir anı ve verili hale göre hayli ileri bir seçenek haline gelmektedir. Zira 1961 Anayasasını bizim parlamenter geleneğimizde liberal demokrasinin -ve aslında bir ölçüde toplumsal demokrasinin de- özel ve ileri örneği haline getiren çok önemli bir yanı vardır.
1961 Anayasası sadece askerlerin ürünü değildir; dünyadaki ithal ikameci gelişmenin ve içerideki iç iktidar kutuplaşmasının da itkisiyle de facto şekillenen ithal ikameci burjuvazi, asker, kenti orta ve alt sınıf oydaşmasının bir ürünüdür. Bu oydaşma 1961 Anayasasını yalnızca liberal demokratik kurumlar açısından değil toplumsal demokrasi açısından da (yarı otoriter sosyal korporatizm) bizim gibi ülkelerin tümü arasında da en ileri demokrasi örneklerinden biri haline getirmiştir. Ve bu niteliği üzerinden değil de vesayetçi niteliği üzerinden bir okuma yapan ve bu özelliğinden dolayı bu anayasayı anlamlı bir restorasyon seçeneği olarak kabul etmeyen Köker, aslında bu Anayasanın değil ihdasını bu çerçevede tartışılmasını bile düşünmemek konusunda hiç de yalnız değildir. Sistemin egemen güçleri de bu çerçevede Köker ile aynı fikirdedirler ve 1961 Anayasasının yeniden ihdası seçeneğini rüyalarında görseler herhalde sınıfdaşlarına bu rüyayı “dün gece kötü bir kâbus gördüm, ödüm patladı!” sözleriyle anlatırlar. Nitekim Köker’in 1961 seçeneği üzerine fikirlerini beyan ederken dikkat çektiği şu an hiçbir parti ve çevrenin 1961 seçeneğini dillendirmiyor oluşu gerçeği de aslında bu durumun bir yansımasıdır. Bu nedenle bana göre bugün karşı karşıya olduğumuz bir restorasyon tehlikesinden ziyade 2017 çizgisinden geriye dönüş ve 12 Eylül Anayasasının çizdiği neo liberal otoriterlik paradigmasının ufak rötuşlarla revizyonundan ibarettir. Revizyon sözcüğünü seçmemizin ise nedeni ise yukarıda ayrıntılı biçimde ifade ettiğimiz gibi 12 Eylül 1980’den bugüne uzanan süreci ayrı bir dönem olarak değil aynı dönemin bileşenleri olarak görmemizdir.
Sonlandırırken kendi pozisyonumu daha da netleştirmek için bazı konuların altını tekrar çizmek istiyorum. Birinci olarak benim için kabul edilebilir olan yalnızca “halk iradesi” ve halk egemenliği” kavramı lafzen ve simgesel biçimde ifade eden değil gerçekten bunu inşa eden kurumsal düzenlemeleri içeren bir anayasadır. Bu da ancak halkın tüm kesimlerinin örgütlendiği, örgütleri üzerinden siyasi kararlara ve iktidarı denetleme işine fiilen katılabildiği bir anayasadır. Ve bununla bağlantılı olarak katılımcı demokrasi ve doğrudan demokrasi biçimlerinin temsili demokrasi yerine değilse bile onunla birlikte etkili biçimde var olabildiği bir anayasa anlamına gelir bu. Demirtaş’ın “güçlendirilmiş parlamenter sistem” söylem ve tartışmalarına yaptığı müdahale bu anlamda, yani katılımcı ve doğrudan demokrasi ihtiyacına işaret etmesi yönüyle, parlamentoyu yürütme lehine değil de halk egemenliği ve iradesi lehine güçsüzleştiren önerileriyle politik anlamda son derece doğru ve yerinde bir müdahale olmuştur. Zira Demirtaş’ın sunduğu platform önemli ve sarsıcı demokratik müdahaleler gerçekleşmeden olanaksızdır. Böyle bir süreç başladığında ise Türkiye özgürlük, demokrasi ve eşitlik alanında bugün kimsenin kolay kolay hayal edemeyeceği ileri bir noktaya – otoriter anayasa yapma geleneğimizin tabansızlığını gösterir biçimde- ulaşma fırsatını güçlü biçimde yakalayabilecektir. İşin ilkesel yanıyla ilgili pozisyonumu bu şekilde tanımlayabilirim.
İkincisi Köker’in analizine itirazım yalnızca teorik ve ilkesel yaklaşım farkından kaynaklanmıyor. Yanı sıra Köker’in politik yön tayini iddiasını da taşıyan makalesinin güncel politika ile teori-ilke arasındaki açı farkını da gözetmediği görüşündeyim. Soruna siyasetin kendi özgül yasa ve dinamikleri açısından baktığımızda tarihte geçmiş döneme dönüş anlamında bir restorasyonun mümkün olmadığını görüyoruz. Restorasyon kelimesi bu bakımdan yalnızca bugünün ihtiyaçlarının geçmiş dönemin bazı kurum ve fikirlerine referansla karşılanmaya çalışılması durumudur. Dolayısıyla ve elbette ne 2017 öncesini ne de 1961 Anayasasını bırakalım aynen tekrarlanmayı, ciddiye alınabilir ölçüde yeniden ihdası bile olanaksızdır.
Yine siyasetin kendine özgü dinamik ve yasalarından çıkardığım şudur ki; 1961 Anayasasını referans alarak yapılan bir yeni siyasal müdahalenin- nerede duracağını kestiremesem de- eni sonu 1961 Anayasasını demokrasi anlamında aşan bir siyasi ve anayasal mecranın yolunu açacağını ve fakat 2017 öncesine yani 12 Eylül Anayasasına fit olan bir politik perspektif ise eni sonu 12 Eylül Anayasasının bile gerisine düşen bir cendereye ülkeyi mahkûm edeceğini düşünüyorum, Köker ise şöyle diyor: “1961 Anayasası tarzında bir parlamentarizme yönelmek de bir ihtimaldir ancak … bu da kanımca aynı nedenlerle istenen demokratik gelişmeyi sağlayabilen bir seçenek değildir.” Oysa ben muhalefetin güçlendirilmiş parlamenter sistemden anladığının 1961 Anayasasına dönüş hedefi olduğuna kanaat getirsem bu durumdan büyük bir sevinç duymasam da Köker gibi endişelenmezdim de…
Bu yazıyı Gazete Duvar’ın sorusu üzerine Köker’in makalesiyle ilgili görüşlerini paylaşan Dinçer Demirkent’in tümüyle katıldığım şu sözleriyle bitirmek istiyorum:
“Arendt’in vurguladığı gibi güç ancak karşısına koyulabilecek bir güç ile dengelenebilir, yasa ile değil. Cumhuriyetlerin denge denetim sisteminin işlerliği de gücün karşına gücün konmasından gelir. Bunun ise artık tek dayanağı vardır, parçalı ve çatışmalı olarak kavrayabileceğimiz halkın yeni bir siyasal birlik, yeni kurumlar yaratmak potansiyeli ve gücü. Bu nedenle eskinin olduğu gibi inşa edilmesi hayali, kim tarafından kurulursa kurulsun sadece bir hayaldir artık. Dolayısıyla halk egemenliği ve kuruculuk arasındaki ilişkiyi gerçek bağlamında düşünmenin zorunlu olduğu bir eşikteyiz.”