SENDİKALARIN ORTAYA ÇIKIŞI, GELİŞİMİ VE TOPLUMSAL ROLÜ! (13)
Bundan önce 12 bölümü yayınlanmış olan bu önemli yazı serisinin bir önceki bölümünün sonunda, yazı serimizin dünya ve ülkemizde sendikal hareketin gerilemesinin nedenlerinin işlenmesi ile devam edeceğini belirtmiştim.
Evet bir önceki bölümde günümüz sendikal hareketinin, 18. yüzyılın ikinci yarısından itibaren başlayan sendikal hareketin gerisinde olduğunu belirtmiş ve bunun nedenlerine değinmeye başlamıştım. Bu bölümde aynı konuyu işlemeye devam edeceğim. Önceki bölümde, geriye gidişin nedenlerinden biri olarak zorunlu göç veya işgücü açığını kapatmak isteyen merkez kapitalist ülkelerin, işgücü fazlası olan ülkelerden işgücü transferi yapmalarının işçi sınıfının örgütlülüğünü zaafa uğratması olduğunu açıklamaya çalışmıştım.
Kuşkusuz ikinci emperyalist paylaşım savaşının (İkinci Dünya Savaşı) sona erdiği 1940’lı yılların sonundan itibaren, gerek sömürgelerden kaynak aktarma imkânına sahip olmaları gerekse gelişen sanayileri ile dünya piyasasına hakim olmalarından dolayı merkez kapitalist devletler, bu olanakların sağladığı kaynak bolluğunun sonucu olan “Refah Devleti” ile işçilere önemli ekonomik ve sosyal haklar sağladılar. Elbette bunu sağlayan, tek başına kaynak bolluğu değildi. Başta Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği olmak üzere doğu Avrupa ülkelerinde reel sosyalizmin uygulamada olmasının tetiklemesiyle sosyalist düşüncenin hızla yaygınlaşması, işçi sınıfında sınıf bilincini gün geçtikçe pekiştiriyordu. Buna paralel olarak sınıf örgütleri olan sendikalar mücadeleyi yükseltiyorlardı. Kısacası reel sosyalizmin varlığı, gelişmiş kapitalist ülkelerde işçi sınıfının dikkatini çekiyor ve onu sosyalizme yöneltiyordu. Sosyalizm özellikle üçüncü dünya ülkelerinde yayılıyor ve değişik biçimleri ile uygulamaya konuyordu. Öte yandan, 20. yüzyılın ilk yarısında yaşanan iki büyük emperyalist savaştan canı yanan insanlık, özellikle ikinci emperyalist savaşın bittiği 1940’lı yılların ortasından itibaren 1970’li yılların ortasına kadar, barış ve demokrasi taleplerini dünya genelinde yükseltiyordu. Elbette bu durum kapitalizmi baskı altına aldı ve işçiler ile ailelerini olası risklere karşı korumanın yanı sıra, hastalık, kaza ve işsizlikte asgari düzeyde ihtiyaçlarını karşılamaya yetecek gelirle desteklenmelerini sağlayacak sigorta kollarını uygulamaya koymak zorunda bıraktı. Daha açık bir ifade ile kapitalizm, sosyal devleti zorunlu olarak bünyesine monte etti. Bununla da kalmadı, verdiği yüksek ücretlerle işçilerin yaşam seviyesini yükseltti.
Kuşku yok ki tüm bu etkenlerin sistem üzerinde oluşturduğu baskı sonucu, ekonomik ve sosyal birçok hak elde ederek refah seviyeleri yükselen işçiler, bireysel davranmaya ve bu olanakları kaybetmemek için taviz vermeye başladılar. Elbette sendikal hareket de bundan payına düşeni aldı ve uzlaşmacılığa yöneldi. Bu yönelme, sendikal hareketin sınıf örgütü olma özelliğini kaybetmesine ve işçiyi merkez alan yapıdan, sistemin ulusal devleti kutsayan propagandasının etkisiyle, “Önce devlet, sonra iş yeri” anlayışına savrulmasına yol açtı.
Ne yazık ki savrulmanın kapitalist sisteme sağladığı olanak, sisteme emeğin gelirden aldığı payı aşağı çekecek yeni tedbirleri uygulamaya koyma fırsatı verdi. Özellikle 1970’li yıllarda yaşanan büyük petrol krizinin yarattığı tahribatı aşma bahanesine sığınan kapitalizm, 1970’li yılların ortasından itibaren insanı değil parayı merkeze koyan yeni liberal ekonomik sistemi uygulamaya koydu. 1990’ların başında SSCB ile onun başını çektiği Doğu Bloku’nun dağılması ile reel sosyalizmin geri çekilmesini fırsat bilen kapitalizm, rakipsizliğini ilan ederek işçi sınıfı ile onun örgütlerine saldırılarını arttırdı, yeni liberalizmi pervasızca uygulamaya koydu. Bir yandan, tek tek ülkelerde işçiler ile diğer emekçi toplum katmanlarını sisteme entegre etmek üzere milliyetçilik propagandası yapılırken, diğer yandan ulusal devletlerin korumacı yapısı esnetildi, hatta ortadan kaldırıldı. İlginç olan ise bir yandan emekçi katmanları kendisine entegre etmek üzere yoğun bir şekilde ulusal devleti korumak gerektiği propagandası yapan sistemin diğer yandan uluslararası sermayenin önünü açmak üzere ulusal sınırları yok etmesiydi. İlk olarak, ulusal devleti koruyan idari ve hukuki düzenlemeler ortadan kaldırıldı. Bu çerçevede yüksek gümrük vergileri aşağı çekildi veya sıfırlandı. Ulusal yargının sermaye üzerindeki denetimi kaldırılarak yerine uluslararası tahkim mahkemesinin yetkisi ikame edildi. Öte yandan Türkiye gibi ülkelerde, üretim ve denetimde devletin ağır bastığı karma ekonomik modelin yerine, denetim mekanizmalarının devre dışı bırakıldığı serbest piyasa modeli getirildi.
Tüm bu düzenlemelerle sermayenin önüne iki önemli fırsat çıkmış oldu: Birincisi sermayenin ülkeden ülkeye geçişte, serbestlik kazanmış olması, ikinci ve önemlisi ise yine sermayenin sıcak para hareketleri ile üretimden çekilmiş gelişmekte olan ülkelerin, yüksek faizle para çekme mecburiyetini kullanması ve bu ülkeleri borçlandırmak suretiyle kendisine bağımlı hale getirmesiydi. Elbette bunun tek sonucu devletlerin bağımlı hale gelmesi değildi. Zira sermaye bu yöntemle borçlandırdığı ülkelerin kaynaklarını kontrol ederek muazzam kazanım elde etme olanağına da kavuşmuş oldu. Bu iki olanakla gerek finans sektöründe gerekse imalat ve ticarette hakimiyet büyük tekellere geçti. Zira tekelci sermaye, yatırım yaptığı ülkelerde kendisiyle rekabet edebilecek ulusal sermayeyi bünyesine katarak rekabet riskini ortadan kaldırdı ve hakimiyetini pekiştirdi. Sınırsız serbest dolaşım olanağına kavuşan tekelci sermaye, yatırımlarını merkez ülkelerden, yüksek işsizliğin ve kuralsız çalışmanın alabildiğine hakim olduğu, ucuz emeğe ulaşabileceği geri kalmış ülkelere kaydırdı. Böylece yukarıda kısmen değindiğim etkenlerin üzerinde oluşturduğu baskı sonucu, örgütlü işçilere sağlanan ekonomik ve sosyal haklar da kısıntıya gidilme fırsatı yakalandı.
Öte yandan, Asya kıtasının gelişen ekonomileri Japonya, Güney Kore, Singapur ve Çin gibi ülkelerin gelenekçi toplumsal yapısını kullanan sermaye, kapalı ve gelenekçi bu toplumlarda işçilerin işyeri ile bütünleşik halde yaşamalarını ve günlük yaşamlarını üretime uyarlamalarını sağlamakta zorluk çekmedi. Özellikle dünyanın üçüncü büyük ekonomisine sahip Japonya’da, üretimde uygulanan kalite çemberleri sistemi, üretimin sürekliliğini sağlamaya yönelik gayri insani bir sistem olarak halen tartışılmaktadır. Genele bakıldığında Asya toplumlarının gelenekçi yapısı sınıf mücadelesini sekteye uğratsa da verdiği mücadeleler ve sergilediği direnişlerle Güney Kore işçi sınıfını Asya kıtasında ayrı bir yere koymak gerekir diye düşünüyorum.
Tüm bunların yanı sıra, içinde Türkiye’nin de (Türkiye’ye ayrıca değerlendirilecek) bulunduğu Ortadoğu, Kuzey Afrika, Yakın Asya, Orta ve Güney Amerika ülkelerinde gelişen halk hareketlerine paralel olarak, işçi sınıfının yükselen siyasi ve sendikal mücadelelerinin bastırılması için tezgahlanan darbeler, sendikacı suikastları, sendikaların kapatılması, yöneticilerinin cezaevlerine doldurulması gibi birçok etken, sendikal hareketin gerilemesinin başka nedenleri olarak öne çıkmaktadır. Kuşkusuz üzerinden atlanmaması gereken önemli bir etken ise, toplumların inançlarını ve geleneklerini pervasızca kullanan devlet yönetimleri ile sermaye örgütlerinin iftira, komplo ve provokasyonlarıdır. Özellikle ulusal sınırlar içinde, ulusal sermayenin diğer ülkelerin sermayesi ile rekabet etmesinin gerekliliği üzerinden yürütülen milliyetçi hamaset ve “Hepimiz aynı gemideyiz” manipülasyonun işçiler üzerinde oluşturduğu baskı, işçi sınıfının siyasi ve sendikal örgütlerinin din, devlet ve vatan düşmanı ilan edilmelerinin tamamı sendikal hareketi gerileten etkenlerdir.
Teknolojik gelişme sonucu makinelerin üretimde kullanılmaya başlanması da üzerinde durulması gereken bir konudur. Teknolojinin gelişmesiyle, özellikle sanayide makineleşme hızla arttı ve onlarca işçinin yaptığı işi makineler yapmaya başladılar. Dijital gelişme ile birlikte kolaylıkla program yüklenen makinelerin işi yapması için düğmeye basılmasının yeterli hale geldiği bu durum, sermayeye daha az işçiyle daha fazla üretim yapma olanağı sağladı. Teknik donanımlı daha az insanın sanayide çalışmasına dayanan bu yeni üretim biçimi, proletaryanın yapısında önemli değişikliğe neden oldu. Zira eskiden teknik bilgisi yüksek eğitimli beyaz yakalı denen çalışanlar, daha fazla üretimin içinde olmaya ve mavi yakalılar kategorisinde yer almaya başladılar. Eskiden sanayi üretiminin ağırlıkta olduğu işçi sınıfının ağırlığı da artık hizmetler sektörüne dayanıyordu. Özellikle dijital gelişmeyle birlikte farklı çalışma biçimleri geliştiren sermaye, uzaktan çalışma ve mikro uzmanlık gerektiren alanlarda, her bir alanın kendisine dair bilgileri ile donanımlı personeli çalıştıran bürolardan eleman kiralama veya hizmet alma yoluna başvurmaya başladı. Böylece sanayi devrimi ile birlikte kent merkezlerinde kurulmuş olan devasa üretim tesisleri parçalandı. Daha doğrusu, üretim olabilecek en küçük parçalar halinde yeniden yapılandı. Kuşkusuz bu durum, büyük üretim tesislerinde bir arada çalışan işçilerin küçük birimlerde birbirlerinden kopuk çalışmalarına yol açtı. Yani işçi sınıfının yapısı esaslı bir şekilde değişti.
Elbette bu yeni üretim biçimi, sermayeye üretimi daha düşük maliyetle yapma olanağı sundu. Zira sermaye üretimi sürdürdüğü mekân için kira, aydınlatma, ısınma, temizlik gibi harcamalar ile çalışanların işyerine geliş gidişlerini sağlama ücreti, yemek, sağlık, giyim gibi birçok harcamadan kurtulmuş oldu. Yeni üretim yapılanması ile birlikte, işçi sınıfının ağırlıklı kısmının artık sanayide değil hizmet sektöründe çalıştığını yukarıda belirtmiştim. Özellikle kamunun eğitim, sağlık, bankacılık gibi sektörlerden çekilmesiyle, eskiden bu sektörlerde kamu görevlisi sıfatıyla çalışan beyaz yakalılar, artık özel şirketlerin mavi yakalı personeli sıfatı ile çalışıyorlar.
Yazı serimiz, Türkiye’de sendikal hareketin gerilemesinin nedenleri ile yapılması gerekenler konusundaki değerlendirmelerle devam edecek. Bir dahaki bölümde görüşünceye kadar, hoşça kalın, sağlıcakla kalın!