SOSYAL GÜVENLİK SİSTEMİNİN TARİHSEL GELİŞİMİ, DÜNÜ VE BUGÜNÜ (3)
Bu yazının daha önce yayınlanan iki bölümünde, Sosyal Güvenlik Sistemi’nin tarihsel süreç içinde hukuk devleti olmanın temel ilkelerinden biri kabul edilen ve kapitalist sisteme monte edilen “Sosyal Devlete” paralel olarak, 1880’li yıllardan itibaren merkez kapitalist devletlerde peyderpey yürürlüğe konduğunu belirtmiştim.
Evet Antik Çağ’dan başlayarak, insanlık mağdur insanların korunmasına dair alınması gereken tedbirleri hep tartıştı ve devletler tarafından değişik yardım mekanizmaları devreye sokularak tedbir alınmaya çalışıldı. Kapitalist sistemin uygulanmaya başlaması ile birlikte, gelişmekte olan sanayinin işgücü ihtiyacını karşılamak üzere insanlar köyden kente göçe teşvik edildi. Zira teknolojinin yeterince gelişmediği sistemin ilk zamanlarında, çok daha fazla insan gücüne/emeğine ihtiyaç vardı. Dolayısıyla kapitalist sistem öncesinde, feodal sistemde köylerde toprak sahiplerine çalışan mülksüz köylüler hızla kentlere göç ettiler. Bu süreçte, kentlerin kenar mahallelerinde yoksul yedek işgücü olarak bekleyen bu işsizler ordusunu, daha insani çalışma koşulları ile daha yüksek ücret talep eden işçilere karşı kullanan sermayenin sürekli büyümesi, zaman içinde işçiler arasında huzursuzluğun artmasına yol açtı.
Zamanın liberal kapitalist sisteminin, devleti sanayi ve ticaretten dolayısıyla çalışma hayatına müdahaleden uzak tutması nedeniyle, huzursuzluk sürekli artıyor ve eylemliliğe dönüşüyordu. Nitekim tüm bu süreçler yaşanırken, sosyal devlet ilkesi ilk olarak 1848 Fransa Anayasası’nda kendisine yer buldu. 1789 “Fransız Devrimi” ile başlayan ve yükselerek devam eden Fransız işçi sınıfının mücadelesinin 1848 yılında zirve yapması üzerine, işverenler geri adım attılar ve uzlaşma sağlandı. Böylece hazırlanan Fransa Anayasası, tanıdığı birçok hakkın yanı sıra, ekonomik ve sosyal haklara yer verilen ilk anayasa olarak tarihe geçmiş oldu. Elbette sosyal devletin sistem tarafında anayasal güvenceye alınmasının tek nedeni, işçilerin işyerlerinde verdikleri mücadeleler değildi. Başta Karl Marx ile Fredrich Engels olmak üzere, kapitalist sistemin adaletsizlikleri ile uzlaşmaz çelişkilerini sorgulayan aydınların sosyalizmi alternatif yönetimi biçim olarak ortaya koymalarının bunda önemli payı vardı. Tüm bu gelişmelerden sonra, sosyal güvenlik alanında somut adımlar, 1870’li yıllarda başlayarak farklı sigorta kollarının uygulanmaya konduğu Almanya’da atıldı. Almanya 1871 yılında İş Kazası Sigortası’nı, 1883 yılında Sağlık Sigortası’nı, 1889 yılında ise Emekli Maaşı Sigortası’nı uygulamaya koydu. Bunun yanında, Bismarck döneminde 1883 yılında yürürlüğe konan Sosyal Sigorta Programı da dünyada ilktir. Daha sonra Avusturya, İngiltere ve Fransa’da da aynı yönde adımlar atıldı.
19 yüzyılın ortalarından itibaren uygulanmasına başlanan ve özellikle son çeyreğinde, kapitalist sistemin adaletsizliğinin yol açtığı memnuniyetsizliği minimize etmek amacıyla sistemin bünyesine hızla monte edilen sosyal güvenliğin, 20. yüzyılın ilk üç çeyreğinde altın çağını yaşadığını söylemek abartı olmayacaktır. Elbette bunu sağlayan etkenler vardı. Her ne kadar 1910’lara kadar birçok kapitalist devlet, değişik sigorta kollarını uygulamaya koymuş ise de kapitalizmin uygulandığı devletlerin sonraki yıllarda sosyal güvenliğe kaynak aktararak sosyal devlete yönlenmelerinin temel nedeni, 1917 yılında Lenin öncülüğünde gerçekleşen devrimin Rusya’da başarıya ulaşması ve Sovyet Sosyalist Cumhuriyetler Birliği’nin (SSCB) reel sosyalizmin uygulandığı ilk ülke olarak tarih sahnesinde yerini almasıdır. 1840’lı yıllardan itibaren sermayenin geliri sürekli artarken, emek gelirlerinin gerilemesinin yol açtığı huzursuzluğun yanı sıra Marx’ın bilimsel teorisinin yol göstericiliğinde sosyalizme yönelişin yükselmesinin baskısı altında kalan ve iş kazası, sağlık, emeklilik, işsizlik ve aile sigortası gibi sigorta kollarını değişik tarihlerde uygulamaya koyan merkez kapitalist devletler, SSCB’nin tarih sahnesinde yerini almasıyla birlikte çok daha fazla baskı altında kaldılar. Nitekim Birinci Dünya Savaşı’nın hemen ardından Almanya’da yürürlüğe giren Weimar Anayasası, hukuk devletini sosyal devletle bütünleyen önemli haklar getirdi. Sadece sosyal haklar getirmekle kalmayan bu anayasa, mutlak mülkiyet ilkesini geri plana itti ve işçilerin işyeri komitelerinde yer alarak, işyerinin sevk idaresi ile ücret ve sosyal hakların belirlenmesinde söz sahibi olmaları sağlandı.
Öte yandan sosyal güvenlik uygulamalarının 1800’li yılların üçüncü çeyreğinden itibaren tek tek ülkelerde hayata geçirilmesiyle yetinmeyen kapitalist devletler, birinci emperyalist paylaşım savaşını (1. Dünya Savaşı) sonlandıran Versailles anlaşmasına ekledikleri bir madde ile dünya genelinde çalışma hayatını belli standartlara oturtmak üzere Uluslararası Çalışma Örgütü’nün (ILO) kurulmasını sağladılar.
Kuşkusuz, devlet, işveren, işçi taraflarının ayrı ayrı temsil edildiği ILO’nun kurulmasının amacı; tek taraflı işleyen sistemin adaletsizliklerinin yol açtığı huzursuzlukları mümkün olduğunca asgariye indirmek ve çalışma barışını tesis etmekti. Nitekim ILO bu hedeflere ulaşmayı sağlamak üzere, kuruluşundan itibaren devletlerin uygulayacakları bir dizi sözleşme hazırladı ve yürürlüğe koydu. Çalışma hayatının standartlaşması ve kontrolünün sağlanması, sosyal devletin korunmasına hizmet ettiği kadar, sermaye arası rekabetin de kurallara bağlanmasını sağlıyordu. Zira özellikle üçüncü dünya ülkelerinde düşük ücretlerle kuralsız ve uzun süre işçi çalıştırma olanağı bulunan sermaye, dünya pazarında avantajlı konumdaydı. Bu nedenle, çalışma hayatının dünya genelinde mümkün olduğunca standartlaştırılması, buralarda üretim yapan sermayenin bu avantajı ortadan kaldıracaktı.
Yüzyılın ilk yarısında, Sosyal Güvenlik Sistemi’nin zorunlu bir ihtiyaç haline gelmesini sağlayan esas etken ise dünyayı sarsan 1929 ekonomik buhranıdır. Zira reel sosyalizmin tarih sahnesine çıkmış olmasının sosyalizme yönelttiği işçi sınıfının yoğun baskısı altında kalan kapitalist sistem, buhranın sonucu olan işsizliğin ve yoksulluğun yol açtığı ekstra baskıyı bertaraf etmek için çıkış arıyordu. Özellikle Kıta Avrupası’nın sanayi devleri Almanya, Fransa, İtalya gibi ülkeler, büyük işçi eylemleri ile grevlere sahne oluyorlardı. Hitler’in ayak oyunları ile iktidar olduğu 1933 yılının başlarında Almanya’da, 1936 yılında ise Fransa’da büyük grevler patlak vermiş ve ekonomileri sarsmıştı. İkinci Dünya Savaşı’nın ardından kapitalist sistem, savaşın yoksullaştırdığı toplumlarda artan işçi sınıfı mücadelelerini kontrol altına almak ve genel hoşnutsuzluğu aşmak için, devletin müdahalesine dayanan karma ekonomik modeli uygulamaya koydu. Sistemin basınç altında kalması sonucu, bünyesine monte ettiği sosyal devlet ve onun uygulama aracı olan sosyal güvenlik sistemine daha çok kaynak aktararak, toplumun sistem mağduru kesimlerini desteklemesi kaçınılmazdı. Bu dönemde sistemin en bariz özelliği genişlemiş olması ve aileyi korumayı hedeflemesiydi. Bunun için, özellikle sağlık alanında yapılan düzenlemelerde sadece çalışan bireyi değil, onun aile bireylerinin hastalık, kaza gibi risklerden korunması ve sağlıklarına kavuşmasını sağlamak üzere tedbirler geliştirilmesi kaçınılmaz olmuştu. Bu nedenle sisteme monte edilen aile sigortasının uygulanmaya konmasıyla ailelere doğrudan gelir desteği sağlanıyordu. Aynı süreçte ILO, her çalışanın yaşadığı ülkenin yaşam standardına uygun asgari bir gelir elde etmesi için, çalışan ile ailesinin geçimini esas alan bir asgari ücret belirlenmesini sağlamak amacıyla asgari ücret belirlenmesine dair sözleşmeyi kabul ederek yürürlüğe koydu.
Bu süreçte; devlet, üzerinde uzlaşılan temel yaklaşım, Keynesin bölüşüm ilişkilerini yeniden tarif eden yaklaşımıdır. Keynes’in yaklaşımı, devleti müdahaleci konuma getirerek, üretilen mal ve hizmetlerin bölüşümünde belirleyici olmasını sağlıyordu. Bunun sonucu, işçi sınıfının satın alma gücünü arttı ve talep yükseldi. Bunun piyasada sağladığı canlanma ile 1929 buhranının yıkımı onarıldı. Elbett bundan kazançlı çıkan burjuvazi oldu. Öte yandan 1929 buhranı sonucu artan işsizlik ödemelerinin sistem üzerinde baskı oluşturmasından dolayı, devletler ödemelerde kısıntıya gittiler. Bu kısıntıyı savunanların tezine göre, işsizlik ödeneği alamayan işsizler çalışmak zorunda kalacak ve işsizlik azalacaktı. Bu tezin altı boştu. Zira buhranın daralttığı iş piyasası, ek iş olanağı sağlayamadığı için işsizler iş bulamıyorlardı. Dolayısıyla uygulama, beklenenin aksine buhranı daha da derinleştirerek yoksulluğu katlanılamaz boyutlara ulaştırınca, devletler kısa zamanda bu politikadan dönüş yapmak zorunda kaldılar. Zira Keynes, buhranın yol açtığı istihdam daralmasının talep artışı ile aşılabileceğini tezini savunuyordu. Yine aynı teze göre, esnek ücret ve esnek fiyat politikasının aksine, devletin buhranın yoksullaştırdığı işçiler lehine üretim ilişkilerine müdahale etmesi kaçınılmazdı. Bu tezi benimseyen kapitalist devletler, zorunlu olarak bir yandan sosyal harcamalarını artırırken, diğer yandan ise ücret genel düzeyini belirleme yetkisini ellerine aldılar. Bununla da yetinmeyen devletler aynı zamanda fiyatlara müdahale ederek, halkın satın alma gücü ile fiyatlar arasında denge sağlamaya çalıştılar. Tüm bunlar liberal kapitalist sistem savunucularına göre devletin özgürlüklere müdahalesi olarak görülse de, yoksul kesimlerin refah düzeyinin yükseltilmesi için devletin müdahalesi zorunlu hale gelmişti.
Sosyal güvenlik sisteminin tarihsel gelişimi, dünü ve bugünü yazı serimizin bir sonraki bölümünde, İkinci Dünya Savaşı sonrası ve 1970’li yılların ortalarından itibaren uygulamaya sokulan kapitalist sistemin yeni liberal politikasının, sosyal güvenlik sistemini kapitalist sistemin bünyesinden tasfiye etme politikası ile bu politikanın sonuçlarını işlemeye devam edeceğim.
Bir daha buluşuncaya kadar hoşça kalın, sağlıklı kalın!