Sukuk ve Medeni Hukuk: Türkiye’de İslami Finans ve Kamu Bankaları
Hüseyin ORTAK yazdı:
Hukuk deyince çoğumuzun aklına mahkemeler, icra daireleri ve Türk filmlerinde annesinin her sabah dualar ve gurur gözyaşlarıyla evden uğurladığı küçük Emrah’ın okuduğu İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’nin giriş kapısı gelir. Çoğumuz için çok yabancı ve kasvetli olan o kapılardan içeriye girmeyi pek istemeyiz.
İsterseniz kapıdan içeri kısa bir gezinti yapalım.
Hukuk, Kamu Hukuku ve Özel hukuk olarak iki ana dala ayrılır. Bizi şimdilik ilgilendiren özel hukukunun en önemli dalı olan medeni hukuk. Çünkü, bu alan şirketler hukuku ve bankacılık sistemini düzenleyen diğer hukuk kurallarının çatısını oluşturmaktadır. Sistemde yaralan tüm bankalar gibi kamu bankaları olarak tanımlanan bankalar da hem yaptıkları işler hem de kuruluş ve yönetim şekilleri ve işleyişleri açısından sözünü etiğim hukuk kurallarına tabidir. Kamu Bankaları kısmi halka arz edilmiş hisse paylarını saymazsak ağırlıklı kamu mülkiyetinde daha da önemlisi Hazinenin kontrolünde faaliyet göstermektedirler. Bunun anlamı kamu bankaların genel müdür ve yönetim kurulu üyeleri ile icra organlarının yöneticileri Hazine tarafından belirlenmektedir.
Aslına bakarsanız Hazine ve Maliye Bakanlığı banka genel kurullarında gösterdiği adaylarla bu hukuk girizgahına gerek kalmayacak şekilde patronun kim olduğunu ve yönetim yetkisini nasıl kullandığını kamuoyuna gösterdi.
Ekonomi diye adlandırılan parasal süreçler tarihin akışı içerisinde kendine özgü kurumsal yapılar ve davranış şekilleri de üretmişlerdir. Her ne kadar Adam Smith ve diğer İngiliz politik iktisat teorisyenleri ekonomik hayatı bir görünmez elin düzenlediğini söyleseler de siz siz olun bu önermeleri okuyun, anlamaya çalışın ama kapitalizmin şizofrenisi olarak mazur görün derim.
Bu “şizofrenik” durum bizim gibi ülkelerde ise krizlerin kalıcı hale gelmesiyle beraber güçlü bir adaletsizlik endişesini ortaya çıkarıyor.
Türkiye’de çok uzun süredir beri kamu bankalarına siyasetin doğrudan müdahalesi hep konuşula gelmiştir. Şimdi ise bankaların yönetim kurulu değişiklikleri ve yeni yönetim kurulu üyeleri ile birlikte müdahale olgusu rahatsızlık verici bir şekilde tekrar ortaya çıkmış oldu.
Bankacılık geniş anlamıyla bir meslek değildir. Bu sebeple de yönetim kurulu üyelerinin içinde farklı mesleklere ve becerilere sahip insanların olması da doğaldır. Türkiye’nin 1980 sonrası dönemine bakınca nerdeyse her on yılda bir yönetim kurulu üyeliği meslek profilinin generallikten güreşçiliğe kadar değiştiğini de rahatlıkla görürüz. Generalin bir ekonomik kurumda yönetimde olabildiği yerde bir güreşçinin de olmasından çok endişe etmemek gerekir ancak, son 10 yılda unutulan bir gerçeği de hatırlatmak lazım bankalar tarafsız ve adil değerlendirmelerle yönetilmesi kurumlardır. Çünkü krizin kalıcılaştığı ülkemizde yönetim hataları ve kötü yönetim, kamuoyu tarafından, kalıcılaşmanın baş sorumlusu olarak görülmeye başlanmıştır.
Mevcut yönetim krizden çıkış yolu olarak sürekli olarak politika ve aks değişiklikleri önermekte ve uygulamaktadır. Bu değişikliklerin ekonomiye ek yönetim maliyetleri getirdiği de ortadadır.
Temel aks değişikliklerinin sonuncusu Cumhurbaşkanından geldi: İslam ekonomisine ve İslami finansa geçiş. İslam’ın bir ekonomisi var mıdır? Kadı Ebu Yusuf’un Kitab ül Haracı sermaye birikimini nasıl temellendirir, infak kurumunun bölüşümdeki rolü nedir gibi İslam iktisadına ait konuları tartışmakta su anda pratik bir fayda olmadığını düşünüyorum.
Bankacılık sektöründe mevduatın artmadığı ve yatırımların finansmanı dışında ödemelerin de finansmanı için döviz ihtiyacının arttığı bu dönemde İslami finans derdin dermanı mıdır?
İçinde bulunduğumuz yıl itibariyle İslami bankacılığın büyüklüğü yaklaşık olarak 4 trilyon dolar seviyesindedir. Bu büyüklükte tekafül, mikro finans ve İslami fonlar gibi İslam ekonomisinin bölüşüm ve sosyal adalet tarafını oluşturan fonlar bu büyüklüğün yaklaşık olarak %5’ini oluşturmaktadır. Geri kalan %95 ilk kesim ise İslami olmayan bankacılıkla eş etkili işlemlerin oluşturduğu büyüklüktür.
%95’lik kesimin %75’lik bölümünü İslami bankacılık faaliyetleri oluşturmaktadır. Kredi verme ve mevduat toplama, havale ve ödemelere aracılık etme gibi işlemlerin ağırlığını oluşturduğu pastanın bu büyük dilimiyle ilişkilenebilmek için islam ekonomisi ilkelerinden çok kredi notu, CDS, aktif kalitesi gibi global bankacılık kıstaslarına uygunluğun yeterli olacağı ortadadır.
Şimdi konunun bizim için en önemli olması gereken İslami finans bölümüne gelelim: Sukuk.
Sukuk, kabaca kira sertifikası olarak tanımlanabilecek temelinde kira belli kira gelirleri havuzunun teminat gösterildiği bir borç alma yöntemidir. Sukuk yoluyla elde edilen kaynağın büyüklüğü de İslami finansın %15’ini oluşturmaktadır.
Sukuk senetlerinin ülkemizdeki uygulamalarına kısaca bir bakalım. Sukuk borçlanmaları kira sertifikaları üzerinden yapılmakta ve bu sertifikalar hamiline olarak (sertifikanın sahibinin ismi yazılmadan) düzenlenebilmektedir.
Bir önemli husus da şudur: Bu senetler herkese satılan senetler değildir. “Nitelikli Yatırımcı” olarak tanımlanan ve SPK mevzuatında belirtilen özeliklere sahip kurumlara ve “halka arz tarihi itibariyle en az 1 milyon TL tutarında Türk ve/veya yabancı para ve sermaye piyasası aracına sahip olan gerçek ve tüzel kişiler “tanımına uyan kişilere satılmaktadır.
İsminin bilinmesinden çok cebindeki cüzdanındaki paranın büyüklüğüne önem verilen bu bankacılık enstrümanının ülkedeki büyümeyen mevduata ve hızla çıkan doğrudan yatırımların yarattığı kaynak ihtiyacına ne ölçüde çözüm bulacağı ve kaynağı gizlenmiş paranın siyasal ve sosyal sonuçları ayrı bir yazının konusu olarak şimdilik kalsın.
“Globalizmin ana hedeflerinden birisi ulusal ekonomileri devletsizleştirmek olmuştur” der Korkut Boratav. İktidarın uzun süredir kullandığı yerli ve milli olma vurgusu İslami finansın bir parçası olmak hedefiyle terk ediliyor gibi…
Yani hem işler hem de kafalar bir parça karışık sanki. Ne dersiniz?