TÜRKİYE İŞÇİ SINIFININ HAFIZALARDAN SİLİNMEYEN ONUR DİRENİŞİ: 15-16 HAZİRAN!
“Değerli arkadaşlar biz işçiyiz, dünyada her şeyi yapan işçiler, işçiler durunca dünya durur.”
Evet, zamanın iktidarı Adalet Partisi’nin (AP), DİSK’i, dolayısıyla sınıf sendikacılığını, sendikal alandan tasfiye etmek amacıyla meclisten geçirdiği kanuna karşı yapılacak eylemleri tartışmak üzere, 14 Haziran 1970 tarihinde DİSK’e bağlı Lastik-İş Sendikası Genel Merkezi toplantı salonunda toplanan DİSK Temsilciler kurulunun kapanış konuşmasını yapan büyük işçi önderi DİSK Genel Başkanı Kemal Türkler aynen bunları söylemişti. Ve hemen ertesi gün, 15 Haziran sabahı işyerlerine giden yüzbinlerce işçi Kemal Türkler’in dediğini yaptı ve çalışmayarak hayatı durdurdu. İşçiler işi yani hayatı durdurmakla kalmadılar, sokağa çıktılar ve kısa zamanda binler, on binler oldular. Böylece diğer adıyla “Türkiye’yi sarsan iki gün” olan, Türkiye işçi sınıfının mücadele tarihine altın harflerle yazılmış 15-16 Haziran büyük işçi direnişi gerçekleşti.
Büyük direnişin üzerinden tam 51 yıl geçti. Bu süre içinde, büyük direniş üzerine çok şey yazıldı ve söylendi.
Peki neydi yaşanan? İşçi sınıfı neden 2 gün boyunca sokağa çıktı? Ne istiyordu?
Tüm bu soruların yanıtlanmasına ihtiyaç var sanıyorum. Zira, Türkiye işçi sınıfının bu büyük direnişinin hemen sonrasında doğanlar, 50’li yaşları aştılar. Direniş öncesi doğmuş olan birçok insanın da o sırada yaşı küçük olduğu için, direniş hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı hesaba katıldığında, Türkiye nüfusunun önemli bir kısmının, büyük işçi direnişi hakkında yeterli bilgiye sahip olmadığı gerçektir. Bu nedenle, 15-16 Haziran direnişi hakkında kapsamlı bir değerlendirme yapmak gerektiğini düşünüyorum.
Türkiye’de 1946 yılından itibaren işçi sendikaları kurulmaya başlandı. İlk yıllarda, toplu sözleşme ve grev haklarının kullanımına ilişkin kanuni düzenlemeler yapılmadığı için, sendikalar asıl işlevleri olan toplu sözleşme yapma hakkına sahip değildiler. Bu nedenle işçiler, ağır çalışma koşullarının yanı sıra baskı altında uzun sürelerle çalışmak zorundaydılar. Bu durumun düzeltilmesi ve toplu sözleşme hakkının kullanımını sağlayacak yasal düzenlemenin yapılması talebiyle Sarıyer’de kurulu Kavel Kablo Fabrikası’nda çalışan işçiler, 28 Ocak 1963 tarihinde direnişe geçtiler. İşveren ile devletin baskı ve saldırılarına uzun süre direnen işçilerin kararlılığı sonuç verdi ve işçilere sendika hakkının tanındığı 274 sayılı Sendikalar Kanunu ile 275 sayılı Toplu İş Sözleşmesi Grev ve Lokavt Kanunu TBMM’de kabul edilerek yürürlüğe girdi. Bu yasaların yürürlüğe girmesiyle sendikalaşma hız kazandı. Çalışma koşullarının düzeltilmesi talebiyle grev ve direnişler arttı.
31 Ocak 1966’da yaklaşık 2500 cam işçisi taleplerini kabul ettirmek ve toplu sözleşme imzalamak için greve başladı. “İş Hayatında Köleliğe Paydos”, “Emeğimizi Savunmak Kutsal Vazifemizdir” diyen Paşabahçe işçilerinin bu grevi, işçi sınıfı mücadelesine ivme kazandırdı. Bu grev sürecinde, Kristal-İş Sendikası ile Türk-İş yönetimi arasında tartışmalar yaşandı. Türk-İş yönetimi grev sürecinde yeterli desteği vermediği gibi, grevin bitirilmesi için işçiler ile sendika üzerinde baskı kuruyordu. Türk-İş yönetiminin grev kırıcı tavrına karşı çıkan Petrol-İş, Maden-İş, Lastik-İş, Basın-İş ve Tez Büro-İş sendikaları bir araya gelere, Paşabahçe Grevini Destekleme Komitesi’ni kurdular. Bu komite daha sonra sendikalar arası dayanışma (SADA) ismini alarak çalışmalarına devam etti. Bu sendikalardan Maden-iş ile Laştik-İş daha sonra Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu’nun (DİSK) kuruluşunun başını çekeceklerdir.
Paşabahçe Grevi sadece bir grev olmakla sınırlı kalmadı. 1960’lı yılların başından itibaren Türk-İş’e hakim olan uzlaşmacı sendikal anlayış ile sınıf sendikacılığı anlayışının hakim olduğu sendika yönetimleri arasında alttan alta devam eden ayrışmayı, sürmekte olan kavgayı körükledi ve kaçınılmaz olan yol ayrımını ortaya çıkardı. Paşabahçe Grevi sürecinde Türk-İş yönetimi ile sendikalar arasında yaşanan tartışmalar, ortaya çıkan görüş ayrılıkları, sendikal mücadele anlayışını sermaye ile uzlaşma üzerine oturtmuş olan Türk-İş’le yol yürünmeyeceğini iyice açığa çıkarmıştı. Dolayısıyla bu gerçeği gören sendikalar yaptıkları değerlendirmelerden sonra, uzun süredir var olan tartışmalarda ortaya çıkmış olan, işçi sınıfı mücadelesinin sermaye ve devletten bağımsız, işçi sınıfının çıkarları doğrultusunda yapılması için yeni bir konfederasyon kurulması düşüncesini uygulamak için harekete geçtiler.
Böylece 12 Şubat 1967 tarihinde Maden-İş, Lastik-İş ve Basın-İş sendikaları, kongrelerini olağanüstü toplayarak Türk-İş’ten ayrılma ve konfederasyonlaşma kararı aldılar. 13 Şubat 1967’de Bağımsız Gıda-İş ve merkezi Zonguldak’ta bulunan Türk Maden-İş’in de katılımı ile Türkiye Devrimci İşçi Sendikaları Konfederasyonu (DİSK) kuruldu. DİSK, kurulduğu andan itibaren bir yandan hızla örgütlenirken, diğer yandan ise tavizsiz mücadele çizgisi ile sermayenin yüreğine korku salmaya başladı. DİSK’in hızla örgütlenmesi ve mücadeleyi yükseltmesi, sermayenin, hükümetin ve onlarla kol kola girmiş Türk-İş’in uykularını kaçırıyordu. Bu nedenle, üçlü ittifak DİSK’i durdurmanın ve sendikal alandan tasfiye etmenin yollarını aramaya başladılar.
İktidarda başında Süleyman Demirel’in bulunduğu Adalet Partisi vardı. Demirel birçok konuşmasında, 1960 Anayasası’nı eleştiriyor ve bu anayasanın demokratik ve özgürlükçü yapısından rahatsızlığını dile getiriyordu.
Bu arada Erzurum’da yapılan Türk-İş kongresinde konuşan Çalışma Bakanı Seyfi Öztürk, yakında DİSK’in çanına ot tıkayacağız diyerek, DİSK’i durdurmak için hazırlık yaptıklarını ilan etmiş oldu.
12 haziran 1970 tarihinde, sendikal özgürlükleri tırpanlayan, serbest örgütlenme ve toplu pazarlık haklarını ortadan kaldıran, sendikalar kanununda değişiklik yapılmasına dair tasarı millet meclisinde görüşülerek kabul edildi. Yeni düzenleme ile sendikalaşma ve toplu sözleşme yapmanın önüne ciddi engeller getirilmekteydi. Amacı DİSK ve bağlı sendikaları sendikal alandan tasfiye etmek olsa da, Türk-İş’e bağlı sendikalar ile bağımsız sendikalar da yetki alıp toplu sözleşme yapamayacaklardı. Dolayısıyla bu sendikalara üye on binlerce işçi toplu sözleşme hakkını kaybedecekti.
Tasarıyla 274 sayılı sendikalar kanunda şu değişiklikler yapılıyordu:
Evet tüm değişikliklerle, devlet eliyle sendikal alanda Türk-İş diktasının getirilmesi amaçlanıyordu. Sendikal bürokrasi güçlendirilecek ve işçi sınıfı eli kolu bağlanmış halde sermayenin insafına terk edilecekti.
İşte bu nedenle, DİSK’in çağrısıyla Türkiye çapında on binlerce işçi, 15 Haziran sabahından itibaren fabrikaları boşaltarak sokağa çıktı. 15 Haziran 1970 günü, 113 işyerinde 70 bin işçi eyleme katıldı. İstanbul’daki işçiler üç koldan, İzmit’tekiler iki koldan yürüyüşe geçti. DİSK üyesi işçilerin yanı sıra, TÜRK-İŞ üyesi binlerce işçi de işyerlerini boşalttı ve sınıf kardeşleri ile yürüyüş kolunda birleşti.
16 Haziran günü, çok daha fazla iş yerinde 150 bine yakın işçi yine iki büyük şehirde yürüyüşe geçti. İstanbul’da Avrupa yakasından ve Anadolu yakasından iki kol halinde yürüyüşe geçtiler. Yürüyüş kollarında karşılaşılan birçok polis barikatı yarılarak geçildi.
Olaylar karşısında hükümet çareyi sıkıyönetim ilan etmekte buldu. 3 ay süren sıkıyönetim sonunda 5 bini aşkın işçi işten çıkarıldı. Sıkıyönetim sürecinde Cumhurbaşkanı’nın onayından geçen 274 sayılı yasadaki değişikliklerin önemli bir bölümü, sıkıyönetimden sonra, TİP’in hemen ardından da CHP’nin iptal için Anayasa Mahkemesi’ne başvurması üzerine iptal edildi. 275 sayılı yasada değişiklik öngören tasarı ise, meclise bile sevk edilmeden geri çekildi.
Böylece tarihe büyük işçi direnişi olarak geçecek olan 15-16 Haziran Direnişi amacına ulaştı ve DİSK faaliyetini sürdürdü. Faaliyetlerinin durdurulduğu 12 Eylül 1980 faşist darbesine öncesinde; 1970-1980 yılları arasında yaptığı toplu sözleşmeler, sermaye ve hükümet politikalarına karşı verdiği mücadele, DGM direnişi, faşizme ihtar eylemleri, başta MESS grevleri olmak üzere, sayısız grev ve direniş, 1 Mayıs İşçi Sınıfının Uluslararası Birlik Mücadele Dayanışma Günü’nün ülkemizde kutlanması gibi eylemlerle gündeme oturan DİSK, Türkiye İşçi sınıfının umudu oldu. 1970-1980 arasındaki 10 yıllık süreçte, bir yandan TÜRK-İŞ’ten ayrılan sendikaların katılımı, diğer yandan birçok işyerinde örgütlenmesi DİSK’in hızla büyümesini sağladı. Bu nedenle, 12 Eylül Darbesi faaliyetlerini durdurduğunda DİSK’in üye sayısı 600 bindi.
15-16 Haziran’ı yaratan ve büyük bir direnişe dönüşmesini sağlayan önemli faktörler vardı kuşkusuz. Özellikle 1960’ların ikinci yarısından itibaren yaşanan grevler ve fabrika işgallerinde, birçok fabrikada öncü kadrolar inisiyatif aldı. İşçilerin bu öncü kadrolara olan güveni direnişe aktif katılım konusunda önemli bir etkendi.
15-16 Haziran Direnişi, Türkiye’de işçilerin bir araya gelerek ortak bir sınıf tavrı belirlemesi halinde neler yapabileceklerinin görülmesi açısından önemli bir dönüm noktasıdır. Ve bu direniş aynı zamanda Türkiye işçi sınıfının sendikal barajlara ve barajlı demokrasiye karşı ilk isyanıdır. O dönemde işçiler, Meclis’teki partilerin mücadeleci sendikal anlayışı ortadan kaldırma anlayışına karşı, hangi siyasi partiyi desteklediğine bakmaksızın ortak bir sınıf tavrı belirledi. 15-16 Haziran’da kısa dönemde kazanım elde edilmemiş gibi gözükse de, Anayasa Mahkemesi’nin yasayı iptal etmesinde işçilerin iki günlük direnişi belirleyici olmuştur. Bu direniş, yasal kazanımın ya da kazanılmış hakların mevzuat yoluyla budanmasının önündeki en büyük güvencenin işçilerin örgütlü, fiili mücadelesi olduğunu açıkça göstermiştir.
1970 yılında, kanun yoluyla DİSK’in örgütlenmesini engellemeyi ve onu tasfiye etmeyi amaçlayan sermaye ve onun temsilcilerinin bu girişimi, örgütüne sahip çıkan işçi sınıfının barikatına çarpmış ve geri püskürtmüştür.
Ancak yerli ve yabancı sermaye ile onların devlet temsilcisi siyasetçiler bu amaçtan vazgeçmediler. 1970-1980 yılları arasında, özellikle 1970’li yılların ikinci yarısında, ülkeyi siyasi ve ekonomik olarak istikrarsızlaştırdılar ve askeri darbeye zemin hazırladılar. Zira güçlü siyasi ve sendikal örgütlenmelerin olduğu demokratik ortamda, bu politikayı hayata geçirmeleri olanaklı değildir.15-16 Haziran 1970 direnişinden 10 yıl sonra, 12 Eylül faşist darbesi yapıldı. Nitekim 12 Eylül Darbesi’nin ilk hedefi, DİSK ve bağlı sendikaların faaliyetlerini durdurmak oldu.
Ne yazık ki, 1970 yılında ayağa kalkan ve sınıf önderi Kemal Türkler’in “İşçi durunca hayat durur” sözünü doğrulayarak hayatı durdurmak suretiyle iktidar ile sermayeye geri adım attıran işçi sınıfı, 12 Eylül’den bu yana çok şey kaybetti, kaybetmeye de devam ediyor.
YORUMLAR (İLK YORUMU SİZ YAZIN)